Askerlik görevimi yapmak için Türkiye’ye döndüğüm ve yedek subay olarak Ankara’da yaşadığım yıllarda karşıma “İstanbul Kanatlarımın Altında” film müziği teklifi çıktı. Filmin müzikleri kısa süre sonra filmi aşıp efsane oldu. Unutulmayan melodiler arasına girdi.
O güne kadar Avrupa’da tanınan ama ülkesinde pek de şöhretle ilgisi olmayan bir müzisyendim. Bir anda kendimi medyanın arananlar listesinde buldum. Türkiye’nin en önemli kanallarında, en önemli gazetelerinde boy gösterir oldum. Tüm konuşmalarımda inandığım ve her zaman savunduğum fikirlerimle halk tarafından çok sevildim.
Ancak fazlaca Anadolu, Türk, İslam, Ortadoğu halkları, eşitlik, sanatta yaratıcılık, Batı’ya öykünmenin sanatçıya bir şey kazandırmayacağı şeklindeki görüşlerim gizli sanat gurularının üzerinde soğuk duş etkisi yaptı. Hele sadece kendi eserlerimi çalma kararım beni klasik müzik camiasının dışına itti ve yalnız bırakıldım.
Sonra başka birilerinin lanse edildiğini, medyada yıldızlaştırıldığını gördüm. Bana konser salonlarının kapıları kapanırken birilerinin yıldızlaştırılması ( şişirilmesi ) beni biraz üzse de konuyu çözmem çok uzun sürmedi.
Dünyayı yönlendiren güçler özellikle sanat ve sahne dünyasında birilerinin üzerine gidiyor, onları yıldızlaştırıyor, şan şöhret ve paraya boğuyorlardı. Ancak sahiplerinin her sözünü dinleyen bu uslu çocuklar, günü geldiği zaman bir silah olarak kullanılıyordu. Özellikle sosyal medya en büyük silahlarıydı ve zaten pompalanarak milyonlarca takipçi kazanmışlardı.
Sahiplerinin isteği doğrultusunda başlatılan bir kampanya olunca klişe olarak gelmiş metinleri hesaplarından paylaşarak kamuoyu oluşturuyorlardı. Ve işin ilginç yanı birbirinden tamamen farklı işler yapan bu uslu çocuklar birbiriyle de pek iyi geçiniyorlardı. Bir rock yıldızı ile bir tiyatro sanatçısı, bir pop yıldızı ile bir klasik müzik sanatçısı birbirini tanıyor ve paslaşıyorlardı. Çünkü sahipleri öyle istiyordu.
Onlar para içinde yaşıyorlar, tüm reklam filmlerinde tekrar tekrar onlar oynuyorlar, halkın göz bebeği gibi gösterilirken bu ülkenin pek çok değeri zar zor idare ediyor, adını, sesini, müziğini duyurmaya çalışıyordu.
Sonra düşündüm ve karşılığını buldum.
Dostoyevski’nin nasıl zorluklar içinde yazdığını düşündüm. Para içinde yüzen o büyük Tolstoy’un bile ona gizli hayranlığını keşfettim. Mozart’ın yalnızlığını, hatta ölüme terk edilişini, kimsesizler mezarlığına atılışını, Mehmet Akif’in yurdundan sürgün edilişini, cenazesinin camiye üstü açık bir at arabasıyla getirilişini düşündüm düşündüm…
Dünya hiç değişmedi ve değişmeyecek. Ya düzeni kuranların kuklası olacaksınız ya da zoru seçip kendiniz olarak hayata direneceksiniz...