“Geliştirme/gelişim” kavramı öznesiz, nesnesiz biçimiyle kullanıldığında son derece geniş anlamları kapsar. Hangi alanda kullanılırsa kullanılsın peşi sıra derin öyküleri barındırır, yeni öyküler vücuda getirir. Felsefe ve sanat söz konusu olduğunda ummana benzer devasa bir külliyatı çıkartır karşımıza. Yine hangi alanda olursa olsun zamanın/sürecin bağımlı ulamıdır gelişme. Gelişme diyorsak öncelikle bir oluşumdan bahsediyoruz demektir. Sonra büyüme, olgunlaşma ve sonra daevrilme, hep ileriye gitme öyküleri vardır konunun içinde. Aralıksız devam eden bu sürgite nereden, hangi noktadan katıldığımızın fazla bir önemi yoktur. Bu süreç bilimsel zeminde çift yönlü akan bir çeşit arşivi/bilgi birikimini de oluşturur. Geriye doğru geçmişin ampirik kuramını örgülerken, ileriye doğru konunun yepyeni fütüristtik öngörülerini kurgulamaya başlar.
Gelelim en haşin tartışmaların yapıldığı eksene ve en ünlü bakış açısına. “Bir şeyin gelişme olabilmesi için hangi şartları taşıması gerekir(?)”. Bu ve benzeri başlıkları atıp, peşi sıra bir takım koşulları maddeler halinde sıralamak her şeyden önce sanatın özünde var olan özgül özgürlüğü tırmalamaktan başka bir işe yaramaz. Özellikle akademik çevrelerimizde ağırlığı hissedilen bu basmakalıpçı anlayış, söylendiği gibi “kültürü koruyan, gelecek kuşaklara doğru(!)biçimde aktaran değil, gerçektemuhafazakâr da olmayan tutucu/gerici anlayışları temsil eder. Gelişmenin ön koşuluymuş, akademik bakış açısıymış gibi sıralanan bu başlıklar bir süre sonra güncelliğini de kaybederek anlamsızlaşır zaten. Her şeyden önce kültürün korunmaya ihtiyacı yoktur ki gelecek kuşaklara da doğru biçimde aktarılabilsin. Toplumumuzun geniş kesimlerinde kültür deyince, kafalarda hemen yöresel köy yemekleri, halk oyunları, maniler, ninniler canlanır. Kültür, insana özgü bir kavram olduğuna göre, insanın ortaya çıktığı zamandan bu yana meydana getirdiği, insana özgü ne varsa tüm birikimlerinin top yekûn tamamıdır.
Bu ummanın içerisinden sıyrılıp çalgılar acununa girecek olursak, çalgılardaki gelişmenin müzik ile at başı gittiği görülür. Çalgıları kuşatan, koşullayan, geliştiren temel faktör müziktir. Çalgının tanımını yaparken, “müzik yapmakta kullanılan bütün araç/gereçlerdir” diyoruz.Müzik alanındaki istek ve ihtiyaçlar çalgıları geliştirir, buna karşın çalgıların gelişmesi de müzik alanını geliştirir. Örneğin; 17.yüyılda tuşlu çalgıların lider ve en gözde çalgısı piyano idi. Bu çağdaki duvar piyanoları günümüze oranla gerek virtüöz müziğine gerekse orkestra müziğine son derece sınırlı olanaklar sağlıyordu. Piyanolarda çelik şasilere geçilmesiyle bu çalgının ses sahası 3,5 oktavdan 7 oktavın üzerineçıkmıştır. Piyano adeta çağ atlamış, beraberinde de hem virtüözlerine hem de orkestra müziğine çağ atlatmıştır. Geçmiş yazılarımızda kemanın gelişimi ve tüm dünyada müziğe yaptığı katkıları etraflıca işlemiştik. Esasenher bir çalgının tarihinde buna benzer öyküleri görebiliriz.
Öyle sanıyoruz ki buraya kadar yazdıklarımız, hemen her insanın özellikle her müzik insanının veya lutiyenin fikir birliği edebileceği temel noktalardır. Bu konu etrafında ortaya çıkan çeşitli sorunların belli başlıları müzik veya çalgılara yüklenen bir takım kutsiyetlerden kaynaklanmaktadır. Örneğin; orta çağda org ve org müziği adeta Tanrı’nın kutsal sesi addedilmiştir. Bizde de böyle yaklaşımlar çoktur. Mevlevihanelerde kudümlere Kudüm-ü şerif, ney’lereNay-i şerif denmiştir. Eski Türklerde Şaman çalgılarının tamamı aynı muameleyi görmüş, kopuz ve türevi bağlamalar halen aynı muameleyi görmeye devam etmektedir. Örnekleri çoğaltabiliriz, böyle çokça çalgı var. Söz konusu kutsiyetler salt inanç temelli olmayabilir. Bir de kendilerine rol görevler biçen önder kadrolar vardır(bu yetkileri nereden ve nasıl aldıkları bilinmez ama).Özellikle bizim eğitim ve icra kurumlarımızın başında bulunan kadrolar, temsil ettikleri müzik alanlarının adeta kutsal hazineler, kendilerini de bu hazinelerin koruyucu yılmaz bekçileri olarak görürler. En etkili tutuculuğun kaynağını da bu yaklaşımlar oluşturur. Bu yaklaşımlar gerçekte muhafaza eden değil, yazımızın başında bahsettiğimiz nesnel sürgit in önündeki engel takozlardır. Bu anlayış yazılı olmasa da tuhaf bir bayrak taşıma ve bayrağı devretme geleneğini de ortaya çıkartmıştır. Yani bu önder kadrolar, kendilerinden sonra gelecek yönetici kuşakları da kendileri gibi muhafazakâr(!), belki de çok da bilinçli olmadan gerçekte tutucu ve gerici özelliklerle donatmaktalar. Şayet korunması gereken kültür unsurları varsa bunların yeri kesinlikle eğitim kurumları olmamalıdır.Bunların muhafaza edileceği yerler çeşitli arşiv birimleri ve/veya müzeler/araştırma enstitüleri olmalıdır. Aksi durumda yani bizdeki güncel yapılar/birimler gibigerçekte yeni yetişen kuşakların kendi kültürlerini oluşturma olanaklarını daraltmaktan başka bir iş görmezler. Kültür içerisinde özelliklesanat alanlarında muhafaza edilmesi gerekenbiricik kutsal hazine özgür düşünceyani hayal gücü ve davranış biçimleri olmalıdır. Gelişme/geliştirmeden bahsediyorsak bunun yolu alanda mutlaka yeni yollar açmaktan geçer. Albert Einstein, gelecek kuşaklara bakın nasıl sesleniyor; “Hayal gücü her şeydir. Hayatın gelecekteki güzelliklerinin ön izlemesidir. Gerçekten yapmak istediğiniz bir şeyden asla vazgeçmeyin. Büyük hayalleri olan bir insan, tüm gerçekleri bilen bir insandan daha güçlüdür. Hiç hata yapmamış bir insan hiç yeni bir şey denememiştir. Dünden ders çıkartın, bu günü yaşayın, yarın için ümit besleyin. Önemli olan şey sorgulamayı hiç bırakmamaktır.”
Cumhuriyet döneminde, eski toplumun bilim ve sanata bilimdışı bakış açılarından kurtulurken birçok alanda yeni ufuklara yelken açılmış ve ciddi mesafeler de kaydedilmiştir. Ancak geleneksel müziklerimiz ve çalgılarımız üzerinde çalışan önder kadrolarımız zamanla statükocu bir anlayışa saplanarak, kurumsallaştırdıkları yapılarıngelecek vadetmeyen dar ve köhne mecralara sürüklenmelerine deengel olamadılar. Bu kadrolar eski toplumun eski köhne değer ve ön yargılarını yıktıklarını sanırken gerçekte bunları kırpıp kırpıp yepyeni önyargılar yarattılar. Dolayısıyla Cumhuriyetle birlikte parlayan bizim neo-klasizmimizzamanla dibini aydınlatamayan zayıf bir meşaleye dönüştü. Eski bir yazımızda, Osmanlıda özellikle 16. Yüzyılda çalgılara ve müziğe nasıl bakıldığını resmi devlet kayıtlarından alıntılayarak anlatmıştık. Cumhuriyetle birlikte bu etkilerin büyük ölçüde kırıldığını ancak inanç temelli güdülenen bu ön yargıların günümüze kadar etki ettiğini deyineörnekleriyle anlatmaya çalışmıştık. Ne yazık ki kısaca sürgit dediğimiz bu tarihi nesnel gelişme süreçlerinin önündeki ket takozlarıyalnızca dini önyargılardan oluşmuyor. Hatta günümüzde artık büyük ölçüde dini önyargılardan oluşmadığını görüyoruz. Öyleyse yakın geçmişimizi örnekleriyle kısaca gözden geçirelim.
Sedef kârlıktan Çalgı Yapımcılığı sanatına adım attığım yıllarda çıraklık ve kalfalık diyebileceğim yıllarımın en hararetli tartışması “kısa saplı bağlama gerekli mi değil mi”? Bir grup bin bir örnek vererek gerekli olduğunu savunuyor, diğer birileri de bunun yanlış olduğunu savunuyordu. Rahmetli Hocam ve Ustam Cafer Açın televizyona çıkıp milli sazımızın sapını kesip özünü bozdular diye feryat figan ediyordu. Yazılı görsel basında, korolarda, okullarda orda/burada yıllar yılı sürdü bu tartışmalar. Şimdi ister tarihin en gerilerine, ister dönüp geleceğin ufuklarına bakalım; gerçekten bağlamanın özü/sözü bozuldu mu(?) yoksa bağlama dünyasına bambaşka bir renk yepyeni bir üye mi katılmış oldu(?). Aynı biçimde yıllar yılı “Bas bağlamalara” da karşı çıkıldı hatta korolara okullara yıllarca sokulmadı. Duayen HocamızNida Tüfekçi’nin, ülkenin önde gelen bağlama virtüözü Yavuz Top’un elinde gördüğü bir çeşit bas bağlamasına “o telli davul ile ne yapıyorsun Yavuz” dediğine şahit olmuştuk. Karşı parantez; Rahmetli Nida Hocamızın seçme öğrencileri ile verdiği belki de son konserlerinden biri olan “Semahlar” adlı muhteşem konserinde bas bağlama kullandığını da bu noktada dile getirmemizbir gönül borcumuz olsun.
Konservatuar yıllarımdaki en ateşli tartışmalardan biri de bayraktarlığını Hocalarımız Cafer Açın ve Cüneyt Orhon’un yaptığı “dört telli kemençe gerekli mi değil mi”(?) atışması idi. Hocamız İhsan Özgen’in elinde yetki olsa herhalde dört telli kemençeyi yasaklardı. Gerekçe yine çalgımızın özünü bozdular idi. Gereksizdir diyenlerin en önemli savunusu ise “efendim Türk Müziğinde tiz tarafta ses genişlemesine ihtiyaç yoktur, kemençenin de tiz tarafına eklenen teline hiç ihtiyaç yoktur, dolayısıyla çalgının geleneksel yapısını bozmaya da kimsenin hakkı yoktur”. Şimdi nur içinde yatsın kemençenin bu büyük üstatları, hiç biri hayatta değil. Varsın Türk Müziğinde tiz sese ihtiyaç olmasın klasik kemençemizle dünyanın her türlü müziğini çalmak olanaklıdır. Diğer taraftan ayda yılda bir de olsa 3-5 kere tiz tarafa yay çekme olanağının var olması bile tüm bu tartışmaları boşa çıkartmaz mı? Ne üç telliyi ne de dört telliyi savunmak/karşı çıkmak akıllı mantıklı bir davranış biçimi değil idi. Ayrıca kültür ögelerinin böylesine savunulmaya da ihtiyacı yoktur zaten. Bir kültür unsurunu zorlayarakne yaşatabilir ne de yok edebiliriz.Nasıl ki doğada bazı canlıların yaşam kaynakları/olanakları kalmadığında yok oluyorlarsa bu konuya da doğal nesnel bir çeşit kültürel değerlerin seleksiyonu şeklinde yaklaşmak daha yerinde bir yaklaşım olacaktır. Kültür, ihtiyaçlardan doğar, gelişir, ihtiyaç kalmadığında ya değişir ya da yine ihtiyaçlar dâhilinde yok da olabilir. Bu durum karşısında tüh tüh vah vah çekerek dövünmeye/yakınmaya hiç gerek yoktur(Bu konuyu “El Sanatları Neden Değerlidir” başlıklı yazımızda geniş olarak irdelemiştik). Kültürel bir değer değişiyor ya da yok oluyorsa, oradatühtühçü-vahvahçıkadroların iddia ettiği gibi bir boşluk oluşmaz. Tam tersine bu durum değerler külliyatına yepyeni ihtiyaçlar, yepyeni değerler çıkıyor/oluşuyor/katılıyor demektir. Onlara külliyat içerisinde yeni yerler açmak, filizlenmesine olanaklar sağlamak gerekir. Söz konusu değişimi yozlaşma biçiminde değerlendirmek ise bir çeşit kolaya kaçmak, kişinin kendisindeki bilgi eksikliğini gizleme çabasından başka bir şey değildir. Bu özetle, doğal diyalektiği anlayamamak, gerçekçi biçimde değerlendirme yapamamak anlamına gelir. Bizde yıllar yılı kör döğüşüne dönen atışmaların, örneğin Türk Müziği-Batı Müziği, halk müziği-sanat müziği veya çok sesli-tek sesli müzik atışmalarının kökeninde hep bu bilgi eksikliği vardır. Atışma diyoruz çünkü tartışma bilgi ile yapılır, bildiğiniz bir şeyi savunabilirsiniz bu doğaldır, normaldir ancak kişinin bilmediği bir şeyi eleştirmesi ki buna eleştiri de denmez ne doğal ne de normaldir, olsa olsa cehaletin ölçüsüzlüğü ile değerlendirilebilir.
Kendi kendilerine bir çeşit rol görevler biçen kadrolu öncü hocalarımızın, kültürü korumak adına verdikleri bu tuhaf mücadele örneklerini saymakla bitiremeyiz. Ancak yukarıdaki paragraflarda görüldüğü üzere tarih sahnesi içerisinde bu çabaların her birinin istisnasız biçimde boşu boşuna yapılmış olduğu net biçimde ortaya çıkmıştır. Son bir örnek olarak cümbüşü vermek istiyoruz. Oldukça genç bir tarihçeye sahip bu çalgımız adeta yok edilmeye çalışılmıştır. Cümbüş halk arasında kısa zamanda sevilip yayılmasına karşın uzun yıllar boyunca resmi kurumlarca yok sayılmış, radyo kayıtlarına sokulmamıştır. Hatta TRT radyolarında, korolarında kimse yeltenmesin diye “kayıtlara derili sazlar alınamaz” diye tuhaf bir yasaklama kararnamesi bile düzenlenmiştir. Sonra bakmışlar kayıtlara bir sürü vurmalı (def/darbuka/bendir vs.), kanun ve yaylı tanbur gibi vurmalı, mızraplı ve yaylı derili çalgı da girmekte. Tüm saçmalığına karşın bu derili çalgı yasağı yalnızca cümbüş için uygulanmıştır. Tüm bu yasaklama çabalarına karşın cümbüş müziğimize girmiş, bazı yörelerimizin halk müziği ve folklorunda kendine sağlam bir yer edinmiştir. Sözü fazlaca uzatmaya gerek yok. Bir Şûh-î sitemkâr adlı eserden sonra üstat Erkan Oğur’un yaptığı cümbüş taksimi bile tek başına, tüm o yasakçı çabaları tarihin çöplüğüne göndermeye yetmez mi sizce? Bu tür çekişmeler başka ülkelerde de yaşanıyor mu(?), bilemiyoruz. Ancak klasik çalan bir gitar virtüöz ’nün, elektrikli gitarcıya laf çaktığını veya bir basgitarcının tiz veya pest tarafına bir-iki tel daha ekledi diye başka bir basgitarcı tarafındansaçının başının yolduğunu/yolabileceğini düşünemiyorum.
Bir kültürü/kültür ögesini geliştirmeye çalışmak geleneği bozmak şeklinde değerlendirilemez. Gelişme olmasaydı gelenekler de oluşamazdı. Diğer taraftan eskinin rolünü daha ileri bir seviyeye götüren yeni bir şey ortaya çıkıyorsa; “tüh geleneğimiz bozuldu diye bozulmak” mı yoksa “geleneği bir adım öteye götürdük diye sevinmek” mi daha doğru bir davranış olur.Edebiyat Hocamız Yusuf Uzun’un da dediği gibi “Her yenilik peşinen her zaman ileri olmayabilir. Yenilikçi yaratıcılığının gücüne paralel cesaretli de olunmalı. Değerli olan hiçbir şey yok olmaz. Eğer yeni olanın içinde yaratıcı bir öz de varsayolculuklarının bir yerinde eskinin kaliteli özü ile buluşur. Gerçek gelişme budur”.Sonuç olarak, Çalgı Yapım Sanatının kayıtlı okul öğrencileri veya usta öğreticileri yanında yetişen alaylı öğrencileri ve gerekse müzik camiası içerisinde sanatın ilgi duyarları, meraklıları, takipçileri,Einstein’ın özdeyişini kulaklarınıza küpe yapınız. Hayallerinizi gerçekleştirme çabalarınızdan asla vazgeçmeyin. Bu alandakiher çalışmanızın çalgı bilimi tarihine geçmesi gerekmez. Ancak eski tutucu kuşakların iddia ettiği gibi çalışmalarınız uğraştığınız çalgının özünü de sözünü de asla bozmayacaktır. Ayrıca buna gücünüzün yetmeyeceğini kısa zamanda öğreneceksiniz zaten. Çalışmalarınız her seferinde gerçek bir geliştirme sonucunu ortaya çıkartmayabilir. Varsın Çıkartmasın, ne kaybedersiniz? Çalışmalarınız başarı eşiğine ulaşmamışsa elimine olup gündeminizden düşer gider. Düşer ise düşsün (türküdeki gibi) canın sağ olsun, sanki kundurandan bir çivi düştü. Ancak başarı eşiğine ulaşırsanız işte o zaman bu yapıya bir tuğla da siz koymuşsunuz demektir. Güzel halk dememizdeki gibi sel gider, kum kalır.