Lutiyerlik ya da çalgı yapımcılığı denildiğinde; batıda en az 300 yıllık, ülkemizde ise 70-80 yıllık bir zaman diliminden bahsedilir. Bu gelenek hakkında söyleşebilmek için müzik ve uygarlık tarihi içerisinde ufak bir gezintiye çıkmak yerinde olur. 10. yüzyıl Avrupa’sında çalgı denilince org, org denilince çalgı anlaşılıyordu. Org dışında hemen tüm çalgılar çok tanrılı dinlere ait olmaları gerekçesiyle kilise tarafından ya yasaklanmış ya da yasakmış gibi işlem görüyordu. Bu nedenle, çağlar sonra doğan ve çalgıları inceleyen bilim dalı “organology” diye adlandırılmıştır.
9.yüzyılda Arap İslâmiyetinin yükselişiyle birlikte Kuzey Afrika’nın kuzeybatısından İber yarımadasına ilerleyen “ut”, burada benimsenmiş ve yayılmıştır. Şu an İspanya ve Portekiz’in bulunduğu bu bölgede ut, birçok kez yeniden yorumlanmıştır. Ut, yeni vatanı Avrupa’da varlığını sürdürürken başka çalgıların üretilmesine de esin kaynağı olmuştur. Bunlardan biri olan “lâvta” (yun.laouto, ar.lût, fr.luth, it.luta, ing.lute), barok müziğin gözde çalgıları arasında yer almıştır. Lâvta ya da lût, yükselişte olduğu bu çağda derin izler bırakmış, güçlü bir çalgıdır. Lût yapan kişiye de lutiyer denmiştir. Lutiyer sözcüğü zamanla telli çalgı yapımcılığının genel adı haline gelmiştir ancak sözcüğün uluslararası bir geçerliliğe sahip olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü sözcük Avrupa’nın batısında doğmuş, güneyine yayılmış ve özellikle İtalya’da tutmuştur.
Avrupa’da müzik ve çalgılar üzerindeki kilise baskısının kırılması 15-16. yüzyıllardaki rönesans hareketleriyle mümkün olabilmiştir. Bilindiği gibi bu “yeniden doğuş”un güçlü rüzgarları önce resim, heykel ve mimaride; daha sonra yazın dünyasında esmiştir ve en son müziği etkilemiştir. Faruk Yener’e ve birçok müzik yazarına göre de öylesine güçlü, öylesine derinden etkilemiştir ki “müzik insanlık tarihinde, bir daha hiç bu kadar önemli olmamıştır”. Müziğin insan yaşamında bu denli önemli yer edinmesi, bir alt şubesi olan çalgı yapımcılığı mesleğinin gelişmesi için de son derece verimli bir ortam yaratmıştır. Öyle ki; klasik akustik veya hava (maden ve ağaç) üflemeli yüzlerce çalgı gelişerek günümüzdeki haline, hep bu dönemde kavuşmuştur. Bu dönemde birçok çalgı yapım atölyesinin kurulduğu da görülür. Örneğin Theobald Böhm 1800’lerin başında, geliştirdiği perde ve keçe sistemini flüt ve klarnete uygulayarak bu çalgılara son şekillerini vermiş ve orkestralardaki değişmez yerlerini almalarını sağlamıştır. Böhm’den önce bu çalgılardan doğru ses çıkarabilmek, tıpkı bizim ney ve kaval çalgılarımızda olduğu gibi, icracının maharetine bağlıydı. Avrupa’da 200-250 yıllık tarihçeye sahip, Böhm’ün kendi adına kurduğu bu atölye gibi daha birçok atölye saygın birer markaya dönüşerek günümüzde de halen çalışmalarını sürdürmektedir.
Lutiyerlik/Çalgı yapımcılığı kendine has geleneklerini oluştururken ilişkide olduğu diğer sanatlardan ya da esnaflık üretim dallarından ve ülkenin ekonomi politiğinden bağımsız olamazdı. Hangi sanat ya da sanat temelli zanaat olursa olsun sosyal, ticari ve hukuki bakımdan yürürlükteki yazılı, sözlü yasa veya inanç sistemleri temelinde şekillenirken kendi geleneğini ve teknolojisini de oluşturur. Gelenek sözcüğü felsefi olarak farklı anlamlara çekilebilir, geniş alanlarda tartışılabilir. Bu kavramın şekillenip ilerici rolünü kaybetmesi; tutucu, hatta gerici rol oynaması tartışılabilir, eleştirilebilir; eleştirilmelidir de. Eleştiri kavramları bilimsel zemine çekme yolunda en az gözlem ve deney kadar önemlidir. Ancak sanat ya da sanat temelli zanaatin geleneklerine felsefi açıdan değil de ticari, hukuki ve nesnel tarihi süreci açısından bakıldığında daha verimli değerlendirmelere ulaşılabilir. Diğer taraftan geleneksel sanatlar oluşurken alanını denetleyip, yönetecek olan mesleki örgütlenmesini de gerçekleştirmesi, onun toplum içerisindeki etkinliğini ve saygınlığını arttırır. Sanatı geleceğe taşıyacak olan en önemli motor güç yine mesleki örgütlenmesidir. Çağın getirdiği yeni koşullara göre evrilmeyen dağınık geleneksel yapılar varlıklarını uzun süre devam ettiremezler. Bu üretim birimleri büyük ölçüde kişisel yeti, özel beceri ve bilgi birikimine dayanır, anamalını (temel sermayesini) büyük ölçüde iş ve hayal gücü oluşturur. Atölyeleri de kendilerine özgü talim terbiye şartlarını ve bir takım üretim sırlarını barındırır. Dolayısıyla sanatın eğitim süreçleri sabra, liyakata ve mesleğe özğü etiğe dayanır. Hangi ustanın hangi atölyeden yetiştiği, kiminle neyi, ne kadar çalıştığı önemlidir.
Avrupa’da çalgı yapım atölyeleri genellikle birer aile işletmeleri şeklinde doğmuş ve gelişmiştir. Bu geleneksel yapılar günümüzde kendi alanlarını sıkı biçimde denetleyen ve yöneten meslek örgütlerini kurumuş ve sağlamlaştırmıştır. Ülke içerisinde kaç atölye olduğu, her yıl kaç tane daha atölye kurulabileceği, sektörde kaç usta-kalfa-çırak olduğu, ne kadar daha yetiştirilebileceği gibi mesleki konu ve problemler hep bu meslek birimlerinin tasarrufu ve denetimiyle planlanır, uygulanır. Örneğin; bu birimler sektörde gereğinden fazla çalışan olduğuna kanaat getirirse beş yıllığına yeni eleman alımını durdurabilir. Böyle bir durumda hiçbir atölye yeni çırak alamaz, yalnızca hâl-i hazırda sektörde çalışan kalfa veya ustalarla anlaşıp çalışılabilir.
Almanya’da keman yapımcılığı koruma altına alınmıştır. Çalgı yapımcılığı alanında özenli düzenlemeler yapan Almanya, bu alanda örnek alınacak birkaç ülkeden biridir. Sanat alanı, Çalgı yapımcılığı meslek örgütlerinin yanısıra, Federal Eğitim Bilim Araştırma ve Teknoloji Bakanlığı ve anlaşma halindeki Federal Ekonomi bakanlığı ile bilikte düzenlenir ve yönetilir. Ülkede bu alan iki ayrı kanun hükmünde kararname ile yönetilir: 28 aralık 1965’de yayımlanan “zanaat tüzüğü” ve 27 aralık 1997’de yayımlanan “keman yapımcısı meslek eğitimine dair kanunname”. Gerek meslek örgütlerinin talebi, gerekse ülkenin değişen eğitim politikası doğrultusunda tüzük ve kanunnamede zaman zaman yeni düzenlemeler yapılmaktadır. Kanunnameye göre çıraklık, kalfalık ve ustalık eğitim süreleri en az üçer yıldır. Eğitim konuları ve müfredatları maddeler halinde net biçimde açıklanmıştır. Bu konulardan bazıları şöyledir:
-İş ve tarife hukuku, iş ve işçi koruma hukuku
-İş güvenliği, çevre koruma, rasyonel enerji kullanımı
-İş sürecinin tasarlanması, hazırlanması; sonuçlarının kontrol edilmesi ve değerlendirilmesi
-Teknik evrakların okunması, uygulamaları ve tanzim edilmeleri
-Kontrol etme, ölçme ve işaretleme
-Alet yapımı ve bakımı
-Hammaddelerin elle veya makineyle işlenmesi
-Yüzey işlemleri
-Tutkal ve yapıştırıcıların kullanılması
-Hammaddelerin seçimi, tespiti ve depolanması
-Tek parçalar için ahşap malzemenin işlenmesi
-Ses kutusunun yapımı, sapların yapımı, birleştirme ve tamir işlemleri….
Piyasada meslek eğitimi çıraklık, kalfalık ve ustalık şeklinde üç kademeden oluşur. Bu yapılanmanın temelleri şüphesiz esnaf ve sanatkârların kendilerini korumak amacıyla kurdukları korporasyon (lonca) örgütlenmelerine dayanmaktadır. Bu örgütlenmeler ortaçağ Avrupa’sında endüstriyel üretimin doğmasını da sağlamıştır. Tabi bu çağlarda çıraklık şartları oldukça ağır ve staj süreleri 10 yılı bulabilmekteydi. Geleceğin burjuvasını oluşturacak bu toplumsal gruplar, ekonomik yaşamda var olabilmenin biricik yolunun mesleki örgütlenmeden geçtiğini kavramıştı. Üretim, iş gücü, rekabet-haksız rekabet, meslek etiği gibi konuları; düzenlemek, denetlemek ve yönetmek üzere her esnaflık ya da sanatkârlık dalı, günümüzde sivil toplum örgütü dediğimiz kendi örgütsel yapılarını kurmaktaydı. Hem üretici, hem tüketici olan bu katmanlar; toplumun en önemli üretim gücüydü.
Bu küçük gezinti, günümüz Avrupa’sında özenip kıskandığımız mesleki örgütlenmenin oldukça uzun bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Peki; esnaf ve sanatkârlık geçmişi batıdan daha az kıdemli olmayan, sanat temelli zanaat sayılan, bizim çalgı yapımcılığımız neden mesleki örgütlenmesini oluşturamamıştır? Almanya’da nasıl ki avukatlık belgesi olmadan hukuk bürosu açılamazsa, ustalık belgesi olmadan da atölye kurulamaz. Söz konusu belgeyi almanın iki yolu vardır. Birincisi, okuldaki eğitim sürecini başarıyla tamamlamak. İkincisi, çıraklıkla başlayıp, kalfalıkla devam eden ustalık kariyerini tamamlamaktır. Bu da en az 9 yıllık bir talim terbiye süreçidir. Oysa bizim ülkemizde isteyen kişi, istediği zaman bir atölye kurabiliyor ve kendini de istediği gibi usta ilân edebiliyor?!
Bazı kaynaklar esnaf ve sanatkârlık örgütlenmelerinin doğu dünyasında daha eskiye dayandığını göstermektedir. Bir ortaçağ tarihçisi olan Henri Pirenne’e göre Latin İmparatorluğu’nun etkisiyle (1200’lü yılların başında) Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden gelen halk ile Anadolu Selçukluları arasında sıkı bir ilişki kurulmuştu ve bu gruplar Ahi Ervan ve arkadaşlarının kurdukları Ahi teşkilatından etkilenmişlerdi. Ahi sözcüğü arapça “kardeşim” anlamına gelir ve dayanışma ruhunu yansıtan örgütsel bir yapıyı ifade eder. Ahiliğin temel işlevi Anadolu şehirlerinde ve kasabalarında, esnaf ve sanatkârlara eleman yetiştirmek ve bu üretim ilişkilerini bir takım ahlaki kurallar çerçevesinde yönetmektir. Ahilikte örf ve adetlerin temeli ise fütüvvetçiliğe dayanır (feta-fityan). Sözcük yine arapça kökenli olup; bir kavram olarak iyi huylu, yiğit, gözüpek anlamlarında kullanılır ve Anadolu’da ahilikten önceki örgütsel yapıyı ifade eder. M. Fuat Köprülü, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu” adlı çalışmasında fütüvvetçiliğin ve ahiliğin, kuruluşta önemli roller oynadığını yazmaktadır. M. Ali Tirmizî ise, fütüvveti, “kişinin tanrı yolunda kendi nefsine düşman olması” şeklinde açıklamıştır. İslam düşünürleri bu kavramı “düşmanı olmayan, dostlarının eksiklerini görmezden gelen ve bağışlayan, iyi huylu, iyilik yapan, kötülükten sakınan kimse” şeklinde tanımlar. İslâm dünyasında pek sevilmeyen Dr. R.P.A. Dozy için ise “feta, gençlik zevkleri (les plaisirs de la jeunesse); fütüvvetçilik, olgunluk, soyluluk ve yüksek meziyet demektir”. Fütüvvetçiliğin çeşitli tarikatlarda da etkili olması ve en iyi feta örneği olarak Hz. Ali’nin gösterilmesi (lâ feta illa Ali); fütüvvetçiliğin 10. yüzyıla, hatta 9. Yüzyıla kadar uzandığını göstermektedir. Anadolu’da fütüvvetçiliğin değiştiğini ise Alman şarkiyatçı F. Gustav Taeschner, “Encyclopedia of Islam”da şu biçimde dile getirmiştir: “Selçuklu Anadolu’sunda, şehirlerdeki sanatkârlar arasında fütüvvet ilginç bir şekil aldı; çünkü fütüvvet sahibi kişi ahi adını alıyor”.
Zamanında, yüzyıllar boyu sanatkârları ve halkı koruyup kollayan, dürüstlük temelinde üretimi, hak-hukuk çerçevesinde üleşimi yöneten bu örgütlerimizden ve geliştirdikleri onurlu etik kurallarından öylesine kopmuş, öylesine uzaklaşmışız ki sonunda sözde bilim çevrelerimiz Ahi Ervan’ın gerçek mi, hayal ürünü mü olduğunu tartışır duruma gelmiştir. Neyse ki araştırmacı Mikâil Bayram; Ahi Ervan’ın 1171’de doğmuş olduğunu, asıl adının Nasirüddin Ebü’l-Hakayık Mahmud b.Ahmed el-Hoyi olduğunu, yirmi kadar farsça kitap yazdığını ve Anadolu’da Ahi Ervan olarak bilindiğini saptamıştır. Konumuz elbette Ahi Ervan’ın kimliği değil, örgütleyip geliştirdiği mesleki yapıdır. Yıllar önce Alman uyruklu öğrencim Recâi Riemer’in, orijinali almanca olan “keman yapımcısı meslek eğitimine dair kanunname”yi çevirdiğinde aklın yolu birdir diye düşünmekten kendimi alamamıştım; çünkü Almanların 1965’te kanunlaştırdığı kanunname, 19. Yüzyıla kadar Anadolu’da Ahi teşkilatının uyguladığı fütüvvetname (tüzüğü) ile neredeyse tıpatıp aynıydı. Almanların kanunnamesinde yalnızca ahi tüzüğündeki yamaklık bölümü yoktu. Diğer küçük bir fark ise çıraklık, kalfalık ve ustalık belgelerinin veriliş şekilleriydi. Almanlar, egitim süreleri içerisinde sınavlarını başarıyla tamamlayanlara belgelerini basılı matbu belge şekilde veriyorlar, ahiler ise her aşamada başarılı olanın payelerini kendilerine özgü “kuşak bağlama” ritüelleriyle veriyorlardı.
Günümüzde batılı sanatkârlar, geleneksel yapılarını çağdaş, hukuki temeller üzerine oturtmuşlardır. Bu birlikler devletin objektif, denetici rolünü kabul etmekle birlikte; kendi alanlarını kendileri yönetirler. Peki daha kıdemli bir tarihçeye sahip olmasına rağmen bizim sanatkâr birliklerimiz neden batıdaki gibi çağdaş bir yapıya evrilemeyip, aksine yok olmuşlardır? Bunun iki temel nedeni vardır: Birincisi; daha önce belirttiğimiz gibi batıda müzik ve çalgılar üzerindeki baskının 15-16. yüzyıllarda bitmiş olmasına karşın, bizde bu yaklaşım hiç değişmemiş, aksine geniş halk kitleleri arasında müzik ve çalgıyla uğraşmanın ayıp ve günah olduğu körü körüne pompalanmıştır. Müzik ve çalgılar üzerindeki yasak ve kısıtlamalar yüzyıllarca bizzati şeyhülislâmlar tarafından yürütülmüştür. Öyle ki, insanımızın çalgılarla uğraşması bir yana, atalarımızın icat edip geliştirdikleri çalgılara bile yabancılaştığını görüyoruz. Anadolu ile özdeşleşmiş bağlamanın 1900’lerin ortalarında en önemli yapımcısı Agop Usta’dır. Bugün çalgı yapımcılığı alanında sahip olduğumuz birikim ve geleneğin tamamen yok olmamasını ermeni ve rum asıllı vatandaşlarımıza borçluyuz. Kullandığımız hangi çalgıya bakarsak bakalım bu olguyu görebiliriz. İnsanlarımızın dini çekincesi yüzünden lutiyerlik sanatı, yalnızca büyük şehirlerde, küçük usta grupları elinde kalarak toplumda gerektiği gibi gelişememiştir. İkinci bir neden olarak da; yabancısı olduğumuz ve bir türlü içimize sindiremediğimiz demokrasi geleneği, ve yine bir türlü becerip geliştiremediğimiz demokrat tavır ve davranış biçimlerinin eksikliğini gösterebiliriz. Kişisel kaprisler ve çoğunlukla doğal hak olarak görülen koyu egoist tavırlar nedeniyle tıpkı üretim kooperatiflerimiz gibi sanatkâr örgütlenmelerimiz de daima kesintiye uğramış, doğal var oluş nedenlerinden uzaklaşmıştır.
Toplumdaki dini çekincelerin halen sürdüğünü görüyoruz ancak bu çekinceler artık egemen görüş olmaktan çıkmıştır. Çalgı yapımcılığı alanında son 40-50 yıl içerisinde olağan üstü sayılabilecek gelişmeler yaşanmıştır. Hangi çalgıya bakarsak bakalım çok değerli yapım ustaları yetişmiştir. Ancak mesleğin örgütlenmesine bakacak olursak, “en alt düzeydedir” diyebileceğimiz bir yapı bile yoktur ortada. Oysa mesleğin geleceği ve güvencesi mesleki örgütlenmesinden geçer. Dolayısıyla ülkemizde Çalgı Yapımcılığı Alanını düzenleyen ne bir yasa ne de yasa hükmünde iki satır bir yazı yoktur yürürlükte.
Yıllar önce (AB’ye girme hevesi henüz sönmemişken) yürürlükte olan onbinlerce yasa, yönetmelik ya da yasa hükmündeki kararnamenin revize edilip, AB’ye uyumlu hale getirilme telaşı vardı ülkemizde. Biz de belki bu moda rüzgarıyla bir kararnameyi yasalaştırabiliriz hayaliyle örnek bir “Çalgı Yapımcılığı Mesleki Eğitimine Dair” kararname hazırladık. Hatta bu kararnameyi tam da yeri olan MEB - Çıraklık ve Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğünün uluslararası bir sempozyumunda bildiri haline getirip sunduk (12 Haz.2007, Ank.). Bu örnek kararnameyi MEB’den başka Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü ile Çalışma Bakanlığına da gönderdik. Ayrıca üzerinde çalışarak kanun teklifi haline getirilmek üzere ulaşabildiğimiz bazı milletvekillerine de elden verdik (…ne mi oldu? Hiçbir şey! Kimse ne aradı, ne sordu).
Çalgı Yapımcılığı Meslek Eğitimine Dair Kararname örneği neden kimsenin umurunda olmamıştı? Bunun asıl sebebi ona sahip çıkacak bir meslek biriminin olmamasıydı. Hasbelkader bu kararnameyi bir şekilde takip edip, yasalaştırabilseydik ne değişirdi? Öyle sanıyoruz ki yine de hiçbir şey değişmezdi. Bir başka söylemle dünyanın en iyi düzenlenmiş yasasını yapsanız da ona sahip çıkacak ilgilileri ve ilgililerin yetkili birimleri yoksa o yasa işlevini yerine getiremez. Bu nedenledir ki yaygın olarak bilinen “en kötü kânun bile kânunsuzluktan iyidir” lafı pek mutebermiş gibi dilden dile dolaşıp durur.
Son zamanlarda çalgı yapımcısı bir çok arkadaşımız arasında, mesleki örgütlenme konusunda pek güzel bir heves, pek güzel bir heyecan ve dayanışma ruhu dolaşmaya başladı. Bu güzel oluşum rüzgarı bizi de ziyadesiyle memnun etmiştir. Umarız ki kurulmak istenen meslek örgütü, ona öncülük eden değerli ustalarımızın azim ve şevkleri sönümlenmeden önce başarıya ulaşabilir. Çünkü bu güne değin benzer heyecan ve hevesler, kişisel olumsuz tavırlar yüzünden örgütlenme bilincine dönüşemeyerek, saman alevi gibi parlayıp sönmüştür. Sıfır noktasından bir meslek birimi örgütleyerek vücuda getirmek zor ve yıpratıcıdır. Bu nedenle kendini mesleğine, sanatına, kültürüne ve kendinden sonra gelecek genç kuşaklara karşı sorumlu hisseden tüm ustalarımız, söz konusu çalışmalara kayıtsız kalmamalı ve sürecin bir parçası olmalıdır. Kişisel beğenilerimizi, kaprislerimizi ve her türlü kırıcı, incitici eleştiriyi, tıpkı severek yaptığımız çalgılarımızın kabasını yontar gibi törpülüyerek bu öncü ustalarımıza destek vermeliyiz. Birbirimizi beğenmeyebiliriz, sevmeyebiliriz, hangi kriterleri referans alırsak alalım bu normal sayılabilir ancak bindiğimiz dalı daha büyümeden kesmek; işte bu asla normal bir davranış biçimi olarak sayılamaz. Unutulmamalıdır ki mesleki yapılar tek tek kişilerin değil, tüm meslektaşların hakları için çalışan kurumlardır ve kurumlar insanlardan çok daha uzun ömürlüdür. Hiçbir ayırım yapmadan tüm Ustalarımız, oluşturulacak meslek örgütüne biricik başyapıtı olarak sahip çıkmalıdır.