Liotard’ın iki defa resmettiği ve tanbur çalan bir kız ile çubuk içerek onu dinleyen bir kişinin bulunduğu tablolarının biri Paris Louvre müzesinde diğeri de Cenevre müzesindedir. Resimlerdeki tanbur çalan kız ise Fransa’nın Kırım konsolosunun küçük kızı Matmazel Giavani’dir.
Her iki resim incelendiğinde çizilen tanburun günümüzde kullanılan tanbura çok benzediği hemen belli olur. Eğer bu tabloların 1740’ta yapıldığını kabul edersek bu yıllar tanburun İstanbul’da diğer sazlar arasındaki yükselişinin devam ettiği, en çok revaçta olduğu ve yapı olarak nerede ise tamamlandığı zamanlardır.
Liotard’ın bu resimlerinden aşağı yukarı seksen doksan sene önce 17.yy İstanbul’unda tanbur çalanlar hakkındaki ilk bilgileri Evliya Çelebi’den öğrenmekteyiz.
Çelebi seyahatnamesinde kendi zamanındaki tanburilerin bazılarının isimlerini şöyle sıralamıştır: Muzur Ahmed, Süleymâniye müezzini Şehlâ Hasan, öğrencisi Sıçan Halife Hızırî, Küçük Müezzin, Yusuf Çelebi, Kâsım Ağazâde, Kara Yusuf, Şamlı Hasan Çelebi, Muslu Çelebi, Enderun’da hocalık yapan Rum Angeli, Ermeni Avınç, Yahûdî Karakaş.
Ayrıca tanburilerin isimlerini yazarken şöyle bir not da düşmüştür: “Bu kişilerin haricinde nice yüz kâmil üstatlar vardır ama mızraplarında tatlılık ve incelik olup görüştüğümüz külliyat sahibi bunlardır.”
1700’lerin başlarında İstanbul’da tanbur ve tanbur çalanlarla ilgili konuları anlatan diğer bir kişi de Kantemiroğlu’dur. Nerede ise Kitab-ı ‘İlmü'l-Musîki Alâ vech-i Hurûfat isimli eserini tanbur üzerine yazmıştır diyebileceğimiz Kantemiroğlu için insan sesinden sonra en mükemmel ve tam olan çalgı tanburdur.
Kantemiroğlu’nun on beş sene boyunca müzik öğrendiği iki hocası Kemani Ahmed ve Tanburi Koca Angeli’dir. Bu iki sazendeden müziği öğrenen Kantemiroğlu için tanburilerin fikirleri de önemli olmuş tıpkı Nühüft makamı tarifindeki gibi görüşlerine saygı duyduğu kişiler içinde Tanburi Yahudi Çelebi, Tanburi Mehmed Çelebi ve hocası Tanburi Angeli vardır.
Ayrıca Kantemiroğlu sadece tanburun en mükemmel saz olduğunu anlatmakla kalmamış, kendisinden evvel ud üzerinden anlatılan müzik nazariyatını tanbur sazı ile açıklamıştır.
Tanburun ilk defa bu kadar ön plana çıkması, sistemin tanbur ile anlatılması adeta bir kırılma noktası sayılmış ve tanbur diğer sazlar arasından ayrılıp günümüze kadar süre gelen zaman boyunca farklı bir şekilde anlam kazanmıştır. Tabi ki tanburun adeta Türk müziğindeki en önemli saz olmasında Kantemiroğlu’ndan sonra gelen Mustafa Kevseri, Haşim Bey ve Rauf Yekta Bey’in de aşağı yukarı Kantemiroğlu ile aynı düşünceyi savunmalarının ve müzik tarihimizde başta gelen bestekârların tanburi olmalarının da payı vardır.
Aslında tanbur Mezopotamya’da başlayan telli ve mızraplı çalgılar ailesin hikâyesi içinde Mısır, İran, Irak, Suriye, Anadolu gibi pek çok bölgeyi geçerek uzun bir yolculuktan sonra 1700 lerin başlarında İstanbul’da tıpkı İsviçreli ressam Jean- Etienne Liotard’un çizdiği gibi bugünkü formunu almış olan bir sazdır.
Bu süre içerisinde aynı aileden gelen sazların bazen sapları kısalmış veya uzamış, tel sayıları değişmiş, bazen tekneleri küçülmüş büyümüş, yuvarlak veya armudi şekil almış, perdeleri çoğalmış azalmış, eşik boyları değişmiş ve mızrapları da farklı materyallerden yapılmıştır.
Hatta bu sazlar icra edildikleri coğrafyalara göre tanbur-ı bağdâdi, tanbur-ı horasânî, tanbur-ı şirvenîyân-ı tebrîzî, tanbur-i türki, kopuz, şeştar, çeşte, çöğür, bozuk, bağlama, bulgari, tambura, iki telli gibi pek çok farklı isimlerle anılmışlar bazen de bu isimler birbirleri ile karışmışlardır.
Müzik tarihçileri de Farabi, Abdülkâdir Merâgi, Ali Ufki Bey, Nayî Osman Dede, Mustafa Kevseri, Charles Fonton, Tanburi Artin, Hızır Ağa, Toderini, Haşim Bey, Meninski, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Pierre de Girardin, Suphi Ezgi ile daha başka isimlerin yazdıklarından, yine aynı şekilde Hızır Ağa’nın Makamat’tındaki Tanburi Eyüp resmi, Kantemiroğlu Edvarındaki tanbur, Levni’nin resimlediği Surnâme-i Vehbi, Mareşal d’ Otee’nin İngiliz Elçiliğindeki konserde çalınan tanbur, The Free Library of Philadelphia’daki bahçede müzik dinleyen kadın minyatüründeki tanbur ve eski fotoğraflar gibi pek çok görsel malzemeden tanbur hakkında fikirler öne sürmüşler ve makaleler yazmışlardır.
Bu tip kaynaklara iki örnek vermek istersek asıl adı Tûr-ı Sînâ olan Tursun Bey’in 1457 senesinde Şehzade Beyazid ve Mustafa’nın Edirne’de yapılan sünnet düğünlerinde pek çok sazın yanında tanburun da çalındığını söylemesi ve 1572’de vefat eden Aşık Çelebi’nin de Beyânî, Garamî, Hasan Çelebi, Emîrek, Merdûmî, Sabûhî isimli tanbur çalan kişilerden bahsettiğini yazabiliriz.
Evliya Çelebi’den sonra ki kaynaklara baktığımızda Tanburi Cemil Bey’e yani 1900’ün başlarına kadar süre gelen zaman içerisinde isimleri zikredilen tanburilerin bazıları; Hasan Ağa, Zaharya, Mustafa Çavuş, Hızır Ağa, Musi (Haham Muşe Fao), Yahya Çelebi, III. Selim, İsak Romano Fresko, Emin Ağa, Numan Ağa, Zeki Mehmed Ağa, Osman Ağa, Hâfız Mehmed, Mahmud Râif Efendi, Rufai Şeyhi Abdülhalim Efendi, Oskiyam, Arif Ağa, Şâkir Ağa, Aleksan, Tanburi Büyük ve Küçük Osman Beyler, Kâmil Dede, İsmail Ağa, Ali Efendi, Kirami Efendi, Mehmed Celâleddîn Dede ve Suphi Ezgi’dir.
Bu tanburiler içinde Numan Ağa, oğlu Zeki Mehmed Ağa ve torunu Büyük Osman Bey’in aynı aileden gelmeleri ayrıca dikkat çekici bir konudur.
“Eski tanburiler hep klâsik tavırda tanbur çalmışlardır.” şeklinde bir tâbir vardır.
Birçok kitap ve makalede bahsedilen ama nasıl olduğunu tam olarak bilemediğimiz klâsik tanbur tavrının başta gelen icracıları da Kozyatağı Rufai Tekkesi Şeyhi Abdülhalim Efendi, Kuyumcu Oskiyam, Büyük Osman, Ali Efendi, Suphi Ezgi ve bu isimlerin talebeleridir.
Daha az mızrap kullanılan, pek fazla süratli olmayan, parmak kaydırmalarının çokça yapıldığını tahmin ettiğimiz ve sadeliğin ön plana çıktığı klâsik tanbur tavrı maalesef Cemil Bey’den sonraki tanburiler tarafından kullanılmamış ve Cemil Bey adeta tanbur çalmanın şeklini değiştirmiştir.
Elimizdeki plak ve bant kayıtlarından dinleyebildiğimiz kadarı ile Cemil Bey’in ilk nesildeki üç önemli takipçisi de Kadı Fuad Efendi, Refik Fersan ve oğlu Mesud Cemil Bey’dir.