"…Bütün Doğu, ta öteden beri uğradığı müthiş bir istibdadın baskısı ile, bu gibi [tiyatro, opera] içtimai ferahlıkların, fikir ve his akımlarının, heyecanların kaynağı olan toplantı yerlerinden korkarak, onların kuruluş ve gelişmesine meydan vermemiştir. Vücudumuz gibi ruhlarımız da ezilmiş, sıkılınca yalnızlıklara sürüklenmiştir. Ruhumuzdan taşıp gelen sesler, mahzun, üzüntülü iniltiler şeklini almıştır. Ney’in bütün ahenkleri, sazın bütün şikâyetleri, udun bütün ahları, Doğu’nun o yüzyıllarca ezilmiş ruhunun birer iniltisidir.Bu iniltiler, serbest yaşayan, serbest düşünen, serbest nefes alan, serbest duyan göğüslerden çıkmaz. Onlar padişah cellâdının bıçağı altında titreyenlerin, kadı efendinin kâfir sayması ve lanetlemesi ile susmaya mecbur olanların veya haremin sıkıntıları içinde ezilen bir kadının ruhundan kopan feryatlarıdır ki, bugün de dinlediğimiz zaman bize ferahlık yerine üzüntü, heyecan yerine sıkıntı ve keder veriyor. Artık yetişmez mi bu kadar üzüntüler, yetişmez mi bu kadar iniltiler ve ağlayışlar?
İstibdadın maddi timsalini attık. Bir de onun manevi timsallerini atalım. Meyhanelerin pis ve murdar köşelerinde sarhoş ve harap olmaktansa, operaların, tiyatroların o aydın salonlarında vakit geçirsek, daha iyi olmaz mı? Türk göğsüne Bizans kiliselerinden gelen alçaltıcı inlemelerden ziyade, Wagner’lerin gürlemeleri daha uygun değil midir? Yörük Ali’ye Rum kızının göbek atmalarından ziyade, Batı polka ve mazurkası daha ziyade yakışmaz mı?.."
Sakın yanlış anlaşılmasın, yukarıdaki satırlar bir “Oryantalist” tarafından yazılmış değil! Aksine! Bu satırların yazarı, “Türkçülüğün babalarından”, Türk Ocağı’nın ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kurucularından, Atatürk’ün inkılâplar konusundaki danışmanlarından meşhur Agayev (Ağaoğlu) Ahmet Bey!
Koskoca bir “medeniyet musikisi” olan “Türk” musikisi için Agayev, yaza yaza işte bunları yazıyor… Bu satırları okurken insanın göğsü kabarıyor tanık olduğu “Türkçü” “özeleştiri”nin dozu ve ifade özgünlüğü sayesinde… “Çuvaldız”ın böylesine ustalıklı, böylesine “milli hisler”le yüklü olarak batırılmış olması karşısında insanın “Türklüğü”nden şeref duyası, övünesi geliyor!
Efendim? Oryantalizm mi? Yok canım, nereden çıkarıyorsunuz, Türkçü hareketin “baba”larından koskoca Ağayev, bütün bir Türk Dünyası’nı yazdıklarıyla inşa etmiş olan; Türkologluğu bir “bilim dalı” haline getiren; Türk’ü Avrupa’nın “aşağı-öteki”si haline getirdiği “Şark”ın ana unsurlarından biri olarak gören ve yaptıklarının semereleri karşısında yağlı ve terli ellerini ovuşturarak yüzündeki şeytani tebessümle sırıtan muhteris bir “Oryantalist” ağzıyla konuşur mu, hiç? Mümkün değil!
Hem zaten, ne var ki yazdıklarında? “Şarkın Şarklılaştırılması”na ait, en küçük bir ifade var mı? Doğru söylemiyor mu, Agayev?
“Biz”den biri olarak, “bizim” hal-i pür melalimizi dile getirmiyor mu? “Biz”i, “biz”e anlatıp; hastalıklı Şark medeniyetinin “muhasarasına maruz kalmış” Türk’ü silkeleyip, sarsmıyor mu? “Ey Türk, titre ve kendine dön!” demiyor mu, Agayev…
Ne yani?
“Medeniyet” zaten “Batı”da değil mi? Ne güzel yazmış işte, “polka, mazurka” varken, “göbek atan Rum Kızı” Yörük Ali’ye yakışır mı, hakikaten? Sahi yahu… Nedir bu polka, mazurka? Biri Bohemya’nın, diğeri Polonya’nın 19. Yüzyılda popüler olmuş “milli dans”ları… E, o zaman, “Türk”e zeybekten, halaydan, semahtan, bardan, horondan “ziyade” tabii ki Bohemya’nın “polka”sı, Leh’in “mazurka”sı yakışır elbette… “Ah”larımız, “vah”larımızdan hakikaten bıkıp usanmadık mı? Bu “inilti”lerimiz nedir? Wagner’in müziğiyle niye “gürlemiyoruz”? Ha, gerçi “bizim” mehterimiz vardı ama, her neyse, o da zaten Osmanlı’nındı, değil mi?
Şimdi, “Türk”e “kahvehane” yerine “Cafe” yakışmaz mı, yakışmıyor mu?
“Bar” varken, “meyhane” niye?
“Hamburger” varken, “köfte” niye?
“Pizza” varken, “pide” niye?
Hangisi bize yakışır, Allah aşkına? Türk için hangisi “daha medeni”?!
“Evropa, aaah Evropa!”…
“Medeniyet”!
Şehirlerine bak…
Tiyatroları, müzeleri, opera binaları, kütüphaneleri, parkları, bahçeleri, binaları, meydanları, caddeleri, restoranları, kafeleri, mağazaları, istasyonları, metroları…
Şık ve zarif hanımları, beyleri; lüks otomobilleri…
Cennet, cennet…
Hiç “Şark” cehennemine benziyor mu?
“Şark” bütün melanetin, kötülüklerin, baskının, istibdadın, yalanın, çürümüşlüğün, hilebazlığın, dolandırıcılığın, hırsızlığın, rüşvetin, şehvetin, barbarlığın, despotizmin, keyfi yönetimin, tembelliğin, yan gelip yatmanın, uyuşukluğun, afyonun, kan dökmenin, adam öldürmenin yeri yurdu değil mi?
Bir dakika yahu?!
Atom bombasını “Şark” atmadı mı?
Kızılderililerin kökünü “Şark” kazımadı mı?
Köle plantasyonlarını “Şark” kurmadı mı?
“Buraya köpekler ve Çinliler giremez” diye yazan “Şarklılar” değil miydi?
“Sadece Beyazlara mahsustur, zenciler giremez!” diye yazanlar da Şarklı değil miydi?
Aztekleri, İnkaları yok eden “Şarklılar” değil miydi?
Bütün dünyayı “Şark” sömürgeleştirmedi mi?
Dünyanın kanını “Şark” emmiyor mu?
“Enerji”yi tüketen, petrolü bitiren “Şark” değil mi?
“Barış” dediği her yerde “savaş” yapan Şark değil mi?
“İnsan hakları” dediği her yerde, hakları ayaklar altına alan “Şark” değil mi?
“Dünya nüfusunun dörtte üçü fazla!” diyen “Şark” değil mi?
Tarım alanlarına bina diken “Şark” değil mi?
GDO’lu gıdaları “Şark” üretmedi mi?
Merkez Bankasının gelir kaynaklarını açıklamayan “Şark” değil mi?
Kloroflorokarbon gazını dünyaya “Şark” yaymıyor mu?
Borsayı indiren-çıkartan “Şark” değil mi?
“Finansal piyasalar”ı icat eden “Şark” olmadı mı?
“Kredi notu”nu Şark vermiyor mu?
Küresel ısınmanın sorumlusu “Şark” değil mi?
Organ mafyası, çocuk/kadın/köle ticareti, emek sömürüsü hep “Şark”ın icadı değil mi?
Gençleri uyuşturucuya, özgür-sekse “Şark” alıştırmadı mı?
Kokain, LSD, eroin ve daha nicelerini üreten, insanları “bağımlı” yapan “Şark” değil mi?
“Prozac toplumu” “Şark”ın mamulü değil mi?
Dünyanın her yerine “gökdelenleri” diken; her yeri alış-veriş merkezleriyle, marka zincirleriyle ve “malum” markalarla donatan “Şark” değil mi?
Çinli satıcıyla “çatır çatır” pazarlık yapıp, istediği fiyatın beşte birini veren ve “sahip olma hırsı”nı dizginleyemeyip gözü dönmüş şekilde istediği ürünü alıp çıktıktan sonra hala “acaba fazla mı verdim?” diye düşünebilme “inceliğini” sergileyen “Şarklı” değil mi?
Filipinlerde, Malezyada çocuk yaştakilerle cinsel ilişkiye giren Şark değil mi?
“Şark”, bütün korkunçluğu ve hoyratlığıyla “medeni” dünyanın şehirlerinde “bomba” patlatmıyor mu?
Televizyonlarda yayınlanan “booty dance”ın “mucidi” de Şark değil mi?
…
Yok canım! “Türklük” aşkıyla yanıp kavrulan Ağayev, zaten “biz”e değil, “Osmanlı”ya vuruyor! Osmanlı kim? Canım, adı üstünde işte Osmanlı… “Şarklı Osmanlı”…
Onlar “Türk”e “bi-idrak” deyip, aşağılamıyorlar mıydı?
Sarayları hep devşirme ve dönmelerle dolu değil miydi?
Musikilerini de dilleri gibi Arap’tan, Acem’den, hatta Bizans’tan almadılar mı?
Orta Asyalı şaman Türkü ırk olarak “bozan” Osmanlı olmadı mı?
Türklerin “kopuz”larını alıp, Arap’ın udunu vermediler mi ellerine?
“İlgerü kün togsık(k)a birigerü kün ortusmgaru kurığaru kün batsıkmga yırığaru tün ortusmgaru anda içreki budun (kop) m(ang)a k(örür)” şeklindeki gayet “anlaşılır” güzelim “Türkçe”yi unutup, yerine “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” şeklindeki “anlaşılmaz” Arabi-Farisi terkipleri dolduran Osmanlı olmadı mı?
Türk’e Dede Korkut destanlarını attırıp, Arabın yalellisini söyleten de Osmanlı değil miydi?
…
İnsan ne diyeceğini bilemiyor…
Bunca uyduruk, üfürük, yalan, yanlış, sap, saman nasıl birbirine katılıp da insanların zihinlerine bu kadar tiksinti verici bir üslupla saldırılır; pes vallahi…
Bu köşede, bir süre için, Oryantalizmin bataklığına gırtlaklarına kadar batmış bir kısım “mefkûrecileri”, sırf “Türk musikisi”ne karşı yürüttükleri haksız, akıl ve etik-dışı propaganda üzerinden kendi yazdıklarıyla ortaya koymaya çalışacağım…
Bakalım, “kuzgun”un hali ne olacak?
Okan Murat Öztürk