Biliyorum, başlık biraz şarkı sözü gibi oldu… Ama makam konusu açısından ele almak istediğim nazari yaklaşım bakımından, meselenin tam da kalbinde yer alan soruyu, bu başlık gayet iyi anlatıyor…
Bilmek arzusu, insanlığın varoluşsal bir problemi. Antik dönem medeniyetlerinden günümüze dek, felsefenin de en temel konularından birini oluşturuyor. İnsan bilmek istiyor! Her şeyi bilmek istiyor! Tanrısal bir bilginin peşinde, insan… Kaldı ki kimileri, binlerce yıldır, “ölmeden önce ölme” suretiyle, bu tanrısal bilgiye sahip olunabileceği iddiası ve belki de saplantısıyla yaşıyor… Bilginin peşindeki insan için, problem çok… İnsan açısından düşünme, (felsefe), inanma (inanç), yapma-etme (sanat) ve gözleme-sınıflama-ölçme (bilim), bu bilme çabasının temel araçları…
Yapan-eden insan için, bilme, mutlak bir zorunluluk arz etmiyor. Çünkü o zaten yapıyor, ediyor, ortaya bir şeyler çıkarıyor. Mesela renklerle uğraşıyor, çiziyor, boyuyor; desenler, figürler, resimler yapıyor. Taş, ağaç, toprak gibi malzemelerle uğraşıp, yontarak, kazıyarak, dizerek, kesip biçerek veya yoğurup şekillendirerek onlara “form” kazandırıyor. Bir bakıyorsunuz ortaya figürinler, vazolar, takılar, süs eşyaları, ev eşyası, alet-edevat, heykeller, yapılar çıkıyor… Bir diğeri sözcüklerle, sözlerle uğraşıyor; ortaya edebiyat çıkıyor.
Bir de seslerle uğraşanlar var. Bunlar çalıp söyleyerek, sesleri, ritimleri ve hatta sözleri bir araya getirerek musiki yapıyorlar. Bu kendiliğinden yapma etme edimi, bilmek isteyen insan için temel bir merak, öğrenme, anlama ve açıklama meselesi haline geliyor. Böylece yapan eden, üreten insan açısından da bir bilme ihtiyacı doğuyor. Bu yüzden sanatla uğraşan sanatkâr için, “yaptığını bilme” ihtiyacı, farklı bir nitelik ve ihtiyaç ve hatta giderek bir zaruret haline geliyor.
Elbette bu meselenin bir yönü… Çünkü bir de yapmadığı veya yapamadığı halde, sanatkârın yapıp ettiklerini bilme, açıklama ve öğretme ihtiyacı içinde olanlar var! Bunlar, “theoria” peşindeki, “nazar eyleyen” insanlar… Nazar eyleyerek anlamaya, dikkat kesilmeye, olanı biteni görmeye, fark edebildiklerini belli bir düzene sokmaya, sınıflandırmaya, tanımlamaya ve açıklamaya çalışanlar… Bu tip insanların temel çabaları, belirli kurallar, ilkeler ve yasalar bulmaya çalışmak… Karmaşaya düzen vermek… Kaosu kozmosa “dönüştürmek”…
Her iki tip alan da özü itibariyle bilgi üretme imkânına sahip ve neredeyse binlerce yıldır, farklı kültürlerden binlerce insan, bu imkândan yaralanma ve bunu “mümkün kılma”nın peşinde koşmaktadır. Pratik alanda yapıp edenler, temelde uygulamalarına yardımcı olacak türden, pratik bilgilerin peşindedir. Bu noktada “ilmi” olandan ziyade “ameli” olan bilgiye ihtiyaç gösterirler. Çünkü aslında zaten dertleri yapmayı etmeyi öğrenmek, bunun gerektirdiği türden kılavuz bir bilgiye sahip olmaktır. Bu türden bilgide “ölçme”nin neredeyse hiç yeri yoktur… Daha ziyade belli bir sesin “yer”ini ve ortaya çıkan ses hareketinin ayırt edici niteliğini bilmek esastır. Başka bir deyişle sese ve harekete odaklı, pratikle örtüşen bir bilme tarzıdır bu… Üzerinde yaşadığımız coğrafyanın, belki de antik dönemlerden beri en temel bilme tarzı olan bu bilgi türü, günümüz “makam” bilgisinin aslı ve esası olmuştur. Bu yüzden, özellikle Osmanlı dönemi kaynakları hep bu temel üzerinde şekillenen bilgi kaynakları olarak şekillenmişler; günümüz kavrayışının “evvel”ini oluşturmuşlardır…
Ölçme iddia ve arzsusundaki insan için “problem” çoktur. Bu tip insanın “düzen verme” ihtiyacı, ölçmeyi amaçları doğrultusunda kullanmasına, en azından bu tür bir eğilime yatkınlık taşımasına yol açar. Mesela meşhur Urmiyeli Safiyüddin, tanininin, dörtlünün ve oktavın bölünüşünün, hep “aynı” ve “değişmez” bir kuralla bölündüğünü “zannetmişti”: “büyük+büyük+küçük” veya “geniş+geniş+dar”. Bu saplantılı eğilim, kaçınılmaz olarak olguların oldukları gibi anlaşılmalarını değil, olması gerektikleri gibi ele alınmaları “problemi”ni doğurur. Düzen verme iddiası ve ihtiyacındaki insan, olguları çarpıtmaya; meseleleri olduklarından farklı şekilde görmeye ve göstermeye çalışır. Dolayısıyla ortaya bir halüsinasyon ve illüzyon çıkar. Halüsinasyondur, çünkü yanlış görmektedir. İllüzyondur, çünkü farklı göstermekte; gerçekliği çarpıtmaktadır…
Şurası bir gerçek ki “hata payı” ne kadar aza indirgenmeye çalışılsa da bir “temayül” olarak bu ve benzeri problemler, bir potansiyel olarak bu türden yaklaşımların “fıtrat”ında vardır! Düzen verme ihtiyacı simetriye, benzerliğe, aynılaştırmaya, türdeşleştirmeye, idealleştirmeye, genelleştirmeye, indirgemeye yatkındır ve bunlara ihtiyaç duyar. Bu yüzden kozmik kural arayışına dayalı anlayışlar, daha ilk adımlarında pek çok “istisna” doğurmuş olur. Ama bu hiç dert değildir, çünkü bu anlayışta, zaten, “istisnalar, kaideyi bozmaz”! Düzen verme iddiasındaki imtiyazlı teorisyen, istisnaların, “esmer vatandaş”lara mahsus olduğunu söyleyerek, sizi buna “ikna” edecektir!
Hatırlayalım, “kadim” insanlar, “işitme”yi, “görme”ye üstün tutmaktaydılar! Dolayısıyla işitme hassasına dayalı olarak üretilmiş olan bilginin, görmeye dayalı olarak üretilmiş bilgiden farklı olacağını en başta doğru anlamamız gerekir. İkisi de insanoğlunun en temel iki “algı”sı olmakla birlikte, işitme ve görme, “aynı şey” değildir! Felsefe ve inanç alanları, işitmeyle daha fazla meşgul olmuş görünür. Hele “derun” arayışındaki, “zahiri” olanın değil de “batıni” olanın peşindekiler için “işitme”, her şeyden önce bir “kemalet” meselesidir… İşitme, sadece “fiziksel” bir algı aracı değildir, çünkü… Batıniler için işitme, içte, özde, derinde olan; saklı, gizli, gizemli bir şeyleri duymayla, hissetmeyle ilgili bir “hassa”dır… Her insan duyabilir ama her insan işitemez! “Sema etmek”, bu tür işitmenin ifadesi değil midir, zaten? Semayı sadece bir “dans” olarak anlamak, olsa olsa “zahir”de olana bakanın “sınırlılığı”na işaret eder…
Göksel küreler, âlemler; bunların hareketleri, dönüşleri, dairesel “seyir”leri, bu türden bir işitmenin, inanç sembolizmi alanındaki tipik temsilleridir. Bu yüzden binlerce yıldır musikinin felsefi ve inançsal yönünde bir “âlemlerin musikisi” efsanesi dolaşıp durmaktadır… Bu yüzden belki de “sufi”ler, semanın meşruiyeti için ayetlerden hadislerden “delil” bulmaya çabalamaktadır… “Kendi” semalarının, eğlence amaçlı olmadığını ve Allah’a ulaşma çabalarının, Allah’la bir olma arzularının gerektirdiği; deruni ve dolayısıyla batıni bir pratik olduğunu boşuna iddia etmemişlerdir…
Günümüze gelişte görmenin, işitmeye üstün tutulduğu; ölçmenin, rakamların -tıpkı binlerce yıl öncesinin Pisagorcularında olduğu gibi- kutsallaştırıldığı bir gerçektir. Böylece “rakamların, sayıların” gösterdikleri, işitmenin önüne konularak, “kulak”, “terbiye” edilmiştir! Kulak terbiyesi, bir bakıma kulağa “doğru duyması gereken”lerin öğretilmesi; başka bir deyişle bir tür “ıslah etme” hadisesidir. “Doğru frekanslar”a göre diğerlerinin “falso” olduğu öğretilmiş; “istisna” duyuşların “bozuk” ve “soysuz” olduğuna hükmedilmiştir! Batıni olan “zırva” olarak görülmüş; üzerinde durmaya, konu edilmeye “değmez” bulunmuştur…
Şimdiki “daralmışlık”, “sıkışmışlık”, eciş bücüş olmuşluk”, “amorflaşmışlık” ve “sığlaşmışlık”ın, “imtiyazlı bir azınlık” tarafından, öğrenmek isteyen bir çoğunluğa, “gelişmişlik”, “modernlik”, “çağdaşlık”, “yenilik”, “ilmilik”, “doğruluk” olarak “yutturulduğu” bir gerçek değil midir? Duyduğuna değil gördüğüne ve hatta ölçtüğüne inanan, “ilim” insanları, farklı bir “iman ediş”in gereği olarak, “işitme” hassasıyla mevcut olan “musiki”yi, bizim kuşağa böylece devretmiş olmadılar mı?
İşte tam da bu noktada, dönüp kendimize şunu sormamız gerekmiyor mu? “Ne biliyoruz, nasıl biliyoruz?”
Bunu sorgulamamız gerekliliğini vurgulayarak, ısrar ediyorum:
Ne biliyoruz?
Nasıl biliyoruz?
Okan Murat ÖZTÜRK