Öyle tutkular vardır ki zararsızdır, belâsızdır. Fakat öyle tutkular da vardır ki zararını, belâsını beraberinde getirir, alkollü içki, sigara kullanma tutkusu gibi.
Hemen söyleyeyim: Aruz ölçüsünün/vezninin kullanımı Türkçe, Arapça ve Farsça karışımı kozmopolit bir dil olan Osmanlıca’nın gelişimi neticesini/belâsını getirmiştir.
Ozan öyküleri, Dede Korkut hikâyeleri ile yetişen atalarımızın aruz ölçüsü/vezni ile şiir yazma tutkusunun çok önceleri başladığı görülüyor. Denildiğine göre ilk büyük edebî yapıtlarımız, Kutadgu Bilig ve Aybe-tül-hakayık bile aruz ölçüsüyle yazılmıştır, bkz. Levend (s. 618).
Öyle görülüyor ki, özellikle gelişmiş İran edebiyatının (Arap edebiyatının da) cazibesi altında aydınlarımız eserlerini hem şiir dili ile ve hem de aruz ölçüsü/vezni ile yazma eğiliminde bulunmuşlar. Hatta öğretici/didaktik eserleri bile şiir dili ile yazmışlar, örneğin, Seydî’nin el-Matla‘ı .
Şimdi, aruz ölçüsü/vezni kısa ve uzun ses hecelerinden yapılmış kalıplardan oluşur. Örneğin herhalde herkesin bildiği fâ’ilâtün (- ∙ - -) kalıbı, üç uzun ve bir kısa heceden oluşur. Diğer taraftan, Türkçe’de hiç mi, hiç uzun ünlü/hece yoktur ! Eğer bir kelime uzun ünlülü ise kesinlikle Türkçe kökenli değildir.
Gerçi, uzun-kısa heceli kelimelerin kendilerine göre bir çekiciliği varsa da, ne yapalım Türkçe’ye nasip olmamış bu !
Yine de aruz ölçüsü ile şiir yazmak isterseniz ne yapmalısınız ? Çünkü, ille de gelişmiş İran, Arap edebiyatlarına öykünmek istiyorsunuz.
Önünüzde iki olasılık vardır:
1- Türkçe kelimelerin bazı hecelerini uzaltarak (yahut ağzını burnunu bükerek)
aruzun uzun hece kalıplarına uydurmak. Örneğin:
Kamu bîmârına cânân devâ-yı derd eder ihsân
Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı (Fuzulî)
Kalıp: Mefâilün Mefâilün Mefâilün Mefâilün
(= Sevgili bütün hastalarının (âşıklarının) dertlerine deva bağışlar ; fakat bana niçin derman vermez, beni hasta (âşık) sanmaz mı ki ?). (Dilçin s. 13 ; Onan s. 70)
---------------------
Esdî nesîm-i nev-bahâr açıldı güller subh-dem (Nef’î)
Kalıp: Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün
(= İlkbahar rüzgârı esti, sabahleyin güller açıldı). (Karahan s. 82-3 ; Levent s. 628)
Yukarda altı çizili Türkçe kelime ve eklerin usul/vezin icabı uzatılarak okunması gerekir. Buna, divan edebiyatında imâle denilmekte.
Aruzun kullanılmaya başladığı ilk yüzyıllarda daha çok bu yol izleniyordu.
Senün yüzün güneştür yoksa aydur / Canum aldı gözün dakı ne eydür (Sultan Velet)
Kalıp: Mefâîlün Mefâîlün Faûlün
(= Senin yüzün güneş mi, yoksa ay mıdır ? Gözün canımı aldı daha ne der ?) (Onan s. 6)
2- Yahut, işin kolayına kaçarak, İran ve Arap dillerinde bol bol bulunan uzunlu-kısalı kelimeleri ithal etmek. İşte Osmanlıca denilen ve üç dilin (Türkçe, Farsça, Arapça) karışımından oluşan, bir nevi esperanto dilinin ortaya çıkış sebeplerinden biri.
Türkçe’de ak deriz, kara deriz fakat bunlar hep kısa ünlülerden oluşan kelimelerdir. Arapça’nın, beyâz ve Farsça’nın, siyâh (∙ -) kelimeleri bir kısa ve bir uzun hecelidir ve böylece aruz’da kullanılmaya daha elverişlidir. Böylece dilimize, hiç gereği yokken, eş anlamlı Farsça, Arapça kelimeler girmiş.
İthal kelimelerle şiir söylemenin en aşırı bir örneğini ünlü divan şairimiz Bakî’de buluyoruz. Büyük hamisi, Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine Bakî’nin dili tutulmuş, Türkçe dili yani, yoksa cayır cayır Farsça yazmış. Ünlü mersiyesi’nin ilk beyti şöyle:
Ey pây-bend-i dâm geh-i kayd-ı nâm ü neng
Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng (Bakî)
Kalıp: Mef’ûlü Fâilâtü Mefâîlü Fâilün
(Ey şöhret ve utanma kaydının tuzağına yakalanmış olan kimse! Bu kararsız dünyanın işleriyle uğraşmak arzusu ne kadar zaman sürecek?) (Timurtaş 1997, s. 224-6 ; Timurtaş 1987, s. 38-47).
İçinde tek bir Türkçe kelime yok. Kimse de çıkıp, “Bâki efendi, Bâki efendi ölen bir Türk padişahı, Acem Şahı değil” dememiş olduğundan haddim olmayarak bari ben söylüyeyim!
Bilâkis bu mersiye övgü ile anılmış, örneğin:
Halman, Talat (11: 1376): “Bâkî Şairliğinin erken dönemlerinden itibaren Sultan Süleyman tarafından beğenilmiş ve ödüllendirilmiştir. Onun Sultan Süleyman’ın 1566’da ölümünden sonra yazdığı mersiye, divan Şiiri geleneğinin en güzel mersiyesi olarak kabul edilmektedir.”
Kut (2: 537) : “The eigt bend elegie that he wrote for Sultan Süleyman, the Lawgiver preserved its magnificence and vocal power for centuries.”
(= Kanunî Sultan Süleyman için yazdığı sekiz bend’lik mersiye, yüzyıllardır ihtişamını ve söz kudretini muhafaza etti.)
Dilçin (s. 259) de, Mersiye’ye örnek olarak vermiş.*
* İtiraf etmeliyim ki, çalgılar üzerine hazırladığım bir kitapta, çan bahsine koyduğum şu beyti bu mersiyeden almıştım:
Aldın hezâr büt-kedeyi mescîd eyledin / Nâkûs yerlerinde okutdun ezânları
(= Binlerce kiliseyi aldın, mescid yaptın ; çan yerlerinde ezanlar okuttun) (Timurtaş 1987: 46.) ).
Ama bu ‘ak, kara’ kelimeleri ile şiir söylenemez mi ? Elbette söylenir. Verin bu kelimeleri Karacaoğlan’a bakınız nasıl lirik, dokunaklı bir şiir söylenebilirmiş:
Bana kara diyen dilber / Kaşların kara değil mi ?
Yüzünü güldüren gelin / Gözlerin kara değil mi ?
Karacaoğlan’da böyle ‘ak’lı, ‘kara’lı şiirler pek çoktur.
Aruz ölçüsünün Türkçe’nin yapısına aykırı olduğunu, Türk Edebiyatı üzerine 6 ciltlik eseri bulunan Gibb de çoktan farketmiş:
Gibb (1: 104): “It is of course the Perso-Arabian prosodical system that prevails in Ottoman poetry. But this system is essentially unsuitable ; for while the Persio-Arabian prosody is quantitative, there are, strictly speaking no long vowels in the Turkish language.”
(= Osmanlı şiirinde elbette İran-Arap prozodi sistemi hüküm sürer. Fakat bu sistem aslında uygunsuzdur çünkü İran-Arap prozodisi uzun ve kısa hecelerden (quantitative) oluştuğu halde Türk dilinde doğrusunu söylemek gerekirse hiç uzun sesli yoktur.)
Aruz üzerine olan yazılarda, aruz ölçüsü/vezni’nin birçok yönleri üzerinde durulur fakat aruzu kullanma tutkusunun Osmanlıca’nın gelişimi ve neticeleri/(belâları) üzerinde ya durulmaz ya da çok hafif geçilir. Örneğin,
Levent (s. 618): “(...) arap ve iran tefekkürünün tesiri altında, türk lisanına lüzumsuz kelimelerle birlikte yabancı terkipleri, cemileri ve mürekkep sıfatları da soktular. Aruz vezninin kabulü, bunların kolayca lisana girip yerleşmesine vesile oldu.”
Köprülü (1: 645): “Hakikaten Türk dilinin bünyesi, arapçaya mahsus olan bu quantitatif nazım sistemine tamamiyle yabancı idi. (...) XIII. asır sonlarından başlayarak, XIV.-XV. asırlarda nazım lisanının arap ve acem kelimeleri ile, terkipleri ile dolmağa başladığını görüyoruz. İran şiirinin ezici tesiri altında kalan, onları tercüme ve taklit eden türk şâirleri, bu hususta en büyük âmil olmuşlardır.”
Timurtaş (s. 281): “XV. yüzyıldan sonra ise, dilimize Arapça ve Farsça kelime ve terkiplerin girmesi birdenbire artar. Bunda, Türkçenin arûz veznine uydurulamaması, Türkçe kelimeler yerine Arapça ve Farsça kelimeler kullanmak mecburiyeti de rol oynamış denebilir.”
Benim gibi Kilis’li olan Timurtaş’ın, ihtiyatlı lisan kullandığı görülüyor.
Dilçin (s. 39): “Her ölçü (vezin) bağlı bulunduğu dilin yapısından doğar. Bu nedenle Türk dilinin doğal ölçüsü hece ölçüsü (hece vezni)’dür. (...). Türk edebiyatı İran ve Arap edebiyatlarının etkisine girmediği çağlarda, Türkler yalnız hece ölçüsünü kullanıyorlardı. İslâmiyetin kabulünden sonra bu yeni uygarlığın türlü öğeleriyle birlikte aruz ölçüsü de edebiyatımıza girmiş oldu.”
Artık Farsça, Arapça bilmeden bu edebiyatı anlamak imkânsız oldu. Zaten bu yeni uygarlığın içinde olanlar, o zamanın aydınları, Arapça ve Farsça’yı bildiklerinden bu şiiri anlıyabiliyordu.
Örneğin, medrese öğrenimi görmüş olan rahmetli babam zaten Arapça ve Farsça biliyordu. Ortaokul ve lise yıllarımda divan şiirlerinde geçen lugatları çoğu kez kendisine sorup öğrenirdim.
Fakat şimdi uygarlık değiştirmiş bulunuyoruz. Öğrenimimiz artık Arapça-Farsça üzerine değil. Diğer taraftan kitaplık dolusu divan edebiyatı eserlerimiz var. Ne yapmalı ?
Arada bir, tadımlık birşeyler alıp zevkini tatmaktan başka çaremiz yok. Sözlerimi
incelikler, soyutlamalar bulunan güzel bir tadımlık ile bitiriyorum:
Haddeden geçmiş nezâket yâl ü bâl olmuş sana
(İncelik, haddeden geçmiş sana boy bos olmuş)
Mey süzülmüş şîşeden ruhsâr-ı âl olmuş sana
(Şarap şişeden süzülmüş sana kırmızı yanak olmuş)
Bûy-ı gül taktîr olunmuş nâzın işlenmiş ucu
(Gülün kokusu imbikten geçirilmiş, nazın ucu da işlenmiş)
Biri olmuş hoy birisi dest-mâl olmuş sana
(Sana biri ter, biri mendil olmuş)
--------------------------------
Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedîm
(Nedim! Bu şehirde senin anlattığın güzel yok)
Bir perî-sûret görünmüş bir hayâl olmuş sana
(Sen bir hayâl görmüşsün, sana bir peri yüzlü güzelin hayâli görünmüş) (Nedim)
Kalıp: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün (Mazıoğlu s. 122-3)
Kaynakça
Dilçin, Cem. Örneklerle Türk Şiir Bilgisi. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2000.
Gibb, Elias John Wilkinson. A History of Ottoman Poetry. 6 cilt. (Haz. Eward G. Browne). London: Lusac&Co., 1900-1909.
Halman, Talat. Türkler, Osmanlı. Cilt 11. Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
Karahan, Abdülkadir. Nef’î Divan’ından Seçmeler. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1985.
Köprülü, Fuat. “II. Türk arûzu”, İçinde: İslâm Ansiklopedisi, cilt 1. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1950.
Kut, Günay. “The Classical Period in Turkish Litterature”, İçinde: Ottoman Civilization. Editörler: H. İnalcık ; Günsel Renda. 2 cilt. Ankara: Ministry of Culture and Tourism, 2009.
Levend, Agâh Sırrı. Divan Edebiyatı. İstanbul: Enderun Kitabevi, 1984.
Mazıoğlu, Hasibe. Nedîm. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1988.
Onan, Necmettin Halil. İzahlı Divan Şiiri Antolojisi. Ankara: Maarif Matbaası, 1941.
Timurtaş, Faruk Kadri. “Tarih boyunca Türkçecilik Cereyanı”, Makaleler. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1997, s. 266.
Timurtaş, Faruk K. Bakî Divanı’ndan Seçmeler. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1987, s. 38-9.
____________________________________
Yazıya gelen yorumlar için cevaplarımız:
Sn. Fazlı Arslan:
Tutku belâsından sonra sözlerimi tatlıya bağladığıma işaret ettiğin için teşekkür ederim. Yazımı okumana da ayrıca.
Sn. Hüsrev Hatemi:
Yorum yaptığınız için teşekkür ederim. Aruz tutkusu (psikiyatri mesleğinden olduğumdan böyle bir terimi uygun buldum), Osmanlıca denilen yapay dilin ortaya çıkışını sağlamıştır. Pahasını Türk dili ödemiştir çünkü geliştirilmemiştir. Hatta, divan şairlerinin kendileri de bunun pahasını ödemektedir çünkü eserleri okunmamakta, okunamamakta, kitaplık raflarında kalmaktadır. Geçmiş yılların edebiyatından yoksun kalmış olarak biz de bir paha ödemekteyiz.
Geçmişi iyi veya kötü olarak değil, doğru olarak anlamamız gerekir ileriyi daha iyi görmek için.
Türk dilini, Avrupa dilleri ile karşılaştırmak yersizdir. Çoğu Avrupa dilleri zaten Latince’den türemiştir yani ayni ailedendir. Diğer taraftan Türk dilinin Arapça ve Farsça ile hiçbir aile ilişkisi yoktur. Arapça Sami, Farsça bir Hint-Avrupa dilidir. Türkçe ise bir Asya dili olup Ural-Altay ailesindendir.
Sonra, benimkine benzer şeyler, alıntılarda ifade edilmiş fakat daha kısık bir sesle.