Başlangıçta çeşitli enstrümantal ve vokal melodiler kullanan Özbek müzisyenler, bu yapılardan daha geniş ve bütünlüklü yapıtlar ortaya çıkarmışlar ve bunları günümüze dek nesilden nesile aktarabilmişlerdir. Özellikle IX. yy'dan sonra kurulan profesyonel müzik loncaları Özbek müziği için önemli bir köşe taşı niteliğindedir. Ciddi bir çalısma alanı olarak ortaya çıkan profesyonel müzisyenlik sayesinde Özbek makomu (makam) mükemmel bir düzeye ulaşmıştır. Makomlar, belli melodik dizilere bağlı kalınarak bestelenmiş bir çok vokal ve enstrümantal bölümden oluşan bütünsel yapılardır.
Özbek ve Tacik geleneksel müziğinde Fergana Vadisi'nde gördüğümüz yerel makomlar dışında, adlari Burzuk, Rost, Navo, Dugok, Segok, Irok olmak üzere altı ana makam bulunur Bu altılı makom sistemine Sakmak denir. Makomların birinci bölümü (muskilot) enstrümantal beş parçadan, ikinci bölümü ise (nasr) dört vokal bölümden oluşur. Vokal bölümlerin sözleri genellikle büyük Özbek ve Tacik şairlerden (Cami ve Sadi gibi) alınmıştır. Özbek ve Tacik geleneksel müziğinde nefesli, telli ve vurmalı çalgıların çesitli kombinasyonlarindan olusan bir çok çalgı topluluğu türü vardir.
Özellikle vokal müzik geleneği İran etkisini açıkça içerse de özgünlüğünü yitirmemiştir ve bir dereceye kadar kulağımıza aşina, alabildiğine içli bir şarkı söyleme tarzı olarak karşımıza çıkar.
Halk müziğindeki yirminci yüzyıl ve modernizmin etkileri Özbekistan'ın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerine dahil olması ile başlayan süreç müzik üzerinde oldukça yoğun bir etki göstermiştir.Resmi kanallarca Suni bir Özbek milli müziği yaratılma çalışmaları, aslında Kazak, Türkmen ve Tacik'lerin müzikleriyle yakın olan Özbek müziğinin bazı yönlerini öne çıkarmak ve bazı yönlerini geri plana itmek yoluyla birtakım değişikliklere yol açmıştır. Örneğin bu tesirlerin dışında kalan Afganistan Özbeklerinde dutarın küçüğü olarak bilinen ve kullanılan "zilçe" adlı çalgı Özbekistan'da ortadan kalkmış, Kazakistan'da "dombıra" adıyla mili çalgı olarak ön plana çıkarılmıştır. Çalgıların standartlaşması, konuların kısıtlanması ve yönlendirilmesi, Müzik eğitiminin disiplinize edilmesi gibi etkiler bir takım değişimlere de neden olmuştur. Bu standartlaşma ve eğitim sonucunda yüksek performanslı icracılar ve besteciler yetişmiş ancak halk müziğinin rengârenkliği biraz ortadan kalkmıştır. Özbek müziğinde bütün bunlardan daha etkili ve yoğun bir değişim ise Özbekistan'ın bağımsızlığa kavuşması sonucunda Türkiye ve batı dünyası ile tanışmasıyla başlamıştır. Diğer eski Sovyet ülkelerinde olduğu gibi Özbekistan'da da arabesk ve pop müzik geleneksel müziğin önüne geçerek yaygın bir tüketim malzemesi haline gelmiştir. Bu değişime yozlaşma da diyebiliriz.
Özbekistan’da folklor faaliyetlerinin yürütüldüğü alanlardan biri olan halk müziği konusundaki çalışmalara 1955 yılından sonra başlanmıştır. Y.Racabiy, İ.Akbarov, K. Alimbaeva, M.Ahmedov gibi araştırmacılar derleme ve notalama yoluna gitmişlerdir. Bu konuda E.E.Romanskaya’nın “Zapisi uzikainoga Folklora” (Taşkent 1957) adlı eseri ilk ve değerli bir çalışma olarak göze çarpar.
Özbekistan Müziğine Genel Bir Bakış
Özbek Müziğinin coğrafyasını bu günkü Özbekistan'la sınırlandırmak, oldukça eksik bir yaklaşım olur. Geleneksel Özbek müziğinin sınırları Özbekistan'dan başka başta Afganistan, Tacikistan, Kazakistan, eski Horasan bölgesi olarak kısmen Türkmenistan ve İran'ın doğusuna kadar uzanmaktadır. Timur döneminde devlet sınırları İdil(Volga)den Hindistan'da Ganj nehrine, Tanrı dağlarından İzmir ve Şam'a kadar genişlemişti. Bugünkü Uygur Özerk bölgesi olan Doğu Türkistan'da 15inci yüzyıl başlarında kurulan Kaşkar-Turfan hanlığı da Taşkent'le çok yakın ilişki içindeydi. Türkleşen ve Müslümanlaşan Moğolların da aynı coğrafyanın halkına karıştığını da hesaba katarsak bu kültürün oldukça zengin bir etnik altyapısı olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bu tarihi ve sosyal yapıyı göz önüne alarak bugün Özbek müziği diye adlandırılan müzik kültürünün Orta Asya konar-göçer Türk kültürüne İslam, Moğol, Fars ve Hint kültürlerinin de etkileriyle şekillenmiş çok katmanlı bir müzik kültürü olduğu düşünülebilir.
Geleneksel Özbek müziğini kabaca üç kategoride değerlendirebiliriz. Birbirlerinden çok kesin çizgilerle ayrılmamakla birlikte bunlar, Makam müziği diye adlandırılan klasik Özbek müziği, Halk müziği ve destan müziğidir. Aslında başlı başına bir Özbek halk müziğinden söz etmek pek de kolay görünmüyor. Çünkü örneklerin birçoğu Uygur, Türkmen ve Kazaklarda da yaşatılmakta ancak bölgenin geleneksel icra tavrından söz edilebilir.
Özbek müziğini Orta Asyanın diğer Türk müziklerinden farklı kılan yanı konar-göçerlerin müziklerindeki bireysellikten ve serbestlikten uzaklaşarak daha disiplinli bir ritmik ve melodik yapıya sahip oluşudur. "Koşuk" ya da "aşule" diye adlandırılan türküler genellikle başından sonuna kadar sabit bir usulle icra edilir ve tekrarlanan melodiler içerir. Birden fazla kişinin aynı anda icra edebileceği bir biçimde yaratılmış olmalarının yerleşik kültürle yakından ilgili olduğunu düşünülebilir. Bir başka icra özelliği de yoğun gırtlak nağmeleriyle ve glisandolarla ( bir sesten diğerine kayarak geçme özelliği) süslenmiş olmasıdır.
Halk müziğinin bir türü olarak ta değerlendirebileceğimiz destan müziği "bahşı" denilen ozanların bir ya da birkaç çalgı eşliğinde halk hikâyelerini müzikle anlatmalarıdır. Destan müziğinde her şiirin kendine mahsus bir müziği bulunmaz. Belli müzik kalıplarına birçok şiir uyarlanabilir. Yani melodik repartuar sözel olana göre daha sınırlıdır. "Gorogli" (Köroğlu), "Behram ve Gülendam", "Güzelhan ve Mahmudcan", "Tahir ve Zühre", "Aşık Garip ve Şahsenem", "Necep Oğlan" en bilinen Özbek destanlarıdır.
Özbek halk müziği, Buhara, Semerkant gibi tarihi şehirlerde ve civarında biraz daha makamsal ve ağdalı iken Afganistan'ın kuzeyinde ve Horasan'da daha sade köy müzikleri şeklinde ortaya çıkmaktadır. Harezm bölgesinde ise gerek müzikal yapı gerekse lehçe olarak Azerbaycan ve Türkmen müziğine yakınlık dikkat çeker. Özbekistan'da yaşayan Karakalpak'ların müziklerini de aynı grupta değerlendirilebilir. Hazar Denizinin doğusunda yaşayan Karakalpaklar Azeri ve Özbek kültürleri arasında bir noktada yer alırlar.
Makam müziği de denilen klasik Özbek müziğindeki makam sözcüğünün bizdeki makam sözcüğü ile aynı şeyi ifade etmediğinin altını çizmek gerekir. Özbek ve Uygur müziğinde makam bir ses dizisini ve seyir özelliklerini belirlemekle kalmayıp aynı zamanda ezgileri belli olan büyük formları ifade eder. Makamları halk müziğinin diğer türlerinden ayıran en önemli özelliği onların büyüklüğü ve çok bölümlü oluşudur.
Her makam "müşkilat" (çalgisal olarak icra edilen) ve "nasr" (sözlü icra edilen) olmak üzere iki bölümde icra edilir. Müşkilatin "tasnif", "gerdun", "muhammes", gibi bölümleri, nasrin da "serehbar", "terane", "telkin", "ufar"(raks)gibi bölümleri vardir.
Klasik Özbek makam müziğine halk müziğinin yoğun bir şekilde etkisi gözlenirken, makam müziğinin de halk müziğine az da olsa etkileri gözlenmektedir.
Özbek müziğinde şeşmakam denilen altı ana makam şunlardır: "Büzrük", "Rast", "Neva", "Dügah", "Segah" ve "Irak".
Özbek geleneksel müziğinin çalgılarından pek çoğu Türki olsun ya da olmasın komşu bir çok halk tarafından kimi değişiklikler göstererek kullanılır.
Dutar: Parmakla çalınan dutar, iki telli olup telleri ipekten yapılmaktadır. Dut ağacından yapraklar halinde imal edilen armudi biçimli bir teknesi ve yine dut ağacından kapağı vardır. Genellikle dörtlü veya beşli akortlanır. Oktav ve ünison akortlandığı da görülür. Sesi yüksek değildir. Perdeler kromatik sıra ile yerleşmiştir. Teller tek tek çalınamayacağı için iki sesli çalışı mecbur kılar.
Orta Asya'nın birçok yerinde kullanılan Dutar, Özbek ve Türkmen halklarıyla adeta özdeşleşmiştir. Tar tel anlamına gelir ki Dutar, iki telli, setar üç telli, çahar tar dört telli saz demektir. Dutar, "Dütar", "Dotar", "Dotar-i Mayda" gibi imlalarla yazılabilmektedir. Dutar'ın gövde ve sap uzunluğu.100-120 cm kadardır. Dombra gibi asıl gövde armudi biçimde ağaç oyma veya yapıştırma olabilir. Anadolu 'da buna benzer İki Telli adında bir saz vardır. Yine Anadolu'da Irızva, Ruzba veya Dede Sazı adı verilen ve iki grup telle çalınan sazlarla Dutar'ın tarihi bağlantısının olduğu ortadadır. Ancak bugünkü Anadolu ikitellileri denilen en küçük boylardır.
Dutarla ilgili söylenmiş bir atasözü: “Dutarsız bahşı bolmas,yamansız yahşi.(Dutarsız bahşı olmaz, yamansız yahşi)
Rübab: Kaşkar rübabı veya koçkarca adıyla da anılan çalgı, Uygurlardaki ile aynıdır. Revap, yaylı bir müzik aleti olarak, Uygur, Tacik ve Özbek milliyetlerinden halk tarafından sıkça kullanılıyor. 14. yüzyılda icat edilen Revap, 600 yıllık geçmişe sahiptir. O zamanlar Çin’in kuzeybatısındaki Xinjiang bölgesindeki çeşitli milliyetler ile ülkenin diğer bölgeleri ve yurtdışındaki bölgelerde yaşayan çeşitli milliyetler arasında yoğun ekonomik ve kültürel temaslar sürdürülüyordu. Uygurlar, folk müzik aleti temelinde, başka bölgelerin müzik aletlerinin avantajlarından yararlanarak, bazı yeni müzik aletleri yarattılar. Revap, bu yeni müzik aletlerinden biridir ve varlığını bugüne kadar sürdürmüştür.
Genellikle ahşaptan yapılan revap’ın üst kısmı ince ve uzundur, başı bükülür, alt kısmı ise yarım top şeklindeki, sesi şiddetlendiren kutudur.
3, 5, 6, 7, 8 ve 9 yaylı revap vardır. Genellikle en dışındaki yay ile melodiler çıkartılır. Diğer yaylar ise sesi uyumlu kılmak ve yankılamak için kullanılır.
Sesi, yüksek, açık, kendine özgü olmasından ve hemen hemen her duyguyu ifade edebilmesinden dolayı revap, genellikle solo, koro veya akompaniman (eşlik eden) olarak çalınır. Revap çalarken, ayakta olsun, oturur şekilde olsun, çalgıcı omzunu düz tutmalıdır. Revap, eğilir şeklinde göğüs önüne alınır, alt kısmı sağ kolun dirseğine dayanır ve gövdesi, sol elin baş parmağı ile işaret parmağı arasında tutulur.
Rebap’ın farklı bölgelerde farklı dış görünümü vardır. Uygur, Tacik ve Özbek milliyetlerinin hepsi Xinjiang bölgesinde yaşamalarına rağmen, revaplarının şekil ve isimleri farklıdır. Tacikler, revap’a “Rebubo” ismi verirler. “Rebubo” kayısı ağacından yapılır. Uygurların da çeşitli revapları vardır. Örneğin Kaşkar revap’ının sesi, yumuşak ve alçak, tonu düzdür. Özbek milliyetinin revap’ı, Kaşkar revap’ının dış görünümüyle hemen hemen aynı olmasına rağmen, sesi ve tonu farklıdır. Bu tür revap’ın sesi yüksek, tonu açık ve kalındır.
Rebab Asya kökenlidir. Bir rivayete göre Hz. Mevlâna’nın da bizzat çalmış olduğu rebab günümüzde neredeyse unutulma noktasına gelmiştir
Mevlanadan:
“Diyorum ki, kalbim içimdeki bir çalgıdır. Ve o bana Rebab´ınki gibi bir sesle seslenir.”
“Sen! Ey Rebab namesi! Ben senden daha kederliyim. Ama kalbimde de bir Rebab yaşıyor.
Gitme! Biraz daha kal! Ey ziyaretçi! Benim sadece basit ve mütevazi bir yerim var. Burada konakla!”
“Ateşin aşkını ve suyun aşkını tattık; kalbin ateşinde buharlaştık. Bir kurtuluş yolu bulduk ve ilahi bir haz ile aşk yaralarını sardık.”
“Sevgili aşk namesi ve kalbimdeki Rebab! Kalbimin inlemesinin bütün cevapları olan güzellik: Mükemmelliği bulabilirsin; aradığın da bu değil mi? Ve o ancak benim harabolmuş kalbimde bulunur.”
Mevlâna´nın rubailerinde rebab
66
Rebab´tan fışkıran israfil sesi, kebab olmuş yürekleri tazelendirdi. Yeniden onlara can verdi.
O boğulmuş bitkin sevdalar, suda balıklar gibi oynamaya başladı.
67
Bugün de her gün gibi harap ve bitkiniz; hele düşünce kapısını açma da rebabı eline al!
Sevgilinin cemali mihrab olana yüz türlü namaz, niyaz, rüku ve secde vardır.
75
Ey yoklama kapısında geç kalmış zavallı! Çocuklar koşsa bile sen (onlar gibi) acele etme!
Önce geçip gidenlerden birkaçı geri kalmıştır, ama onlara bakma bu sefer de sıra senindir. Rebaba sarıl!
80
İşsiz, güçsüz oturma, gel çabuk herkesle kaynaş! İşsizlik insanı ya alçaltır, yahut vaktini suya verir. Sema ehlinden bir rebab sesi geliyor. O ermişlerin halkasına koş, onlara katıl!
82
Bu rebâbın sesi neler söyler bilir misin? Arkamdan gel de yolu öğren diyor. Çünkü yanlış yoldan gider, doğru yönüne çıkarsın; soru yoluna gider, cevap yönüne varırsın!
84
Gönül sana kavuşma hevesiyle sanki rebabtır rebab; bedenimin her parçası gönül ateşinden kebaptır kebab. Sevgili bizim derdimizden susmuş ama o susmada iki yüz cevap vardır cevap?
329
Dedim ki gönlüm benim bir aletim, bir aracımdır. Hep rebab gibi benimle birlikte seslenir gönül! Şu gönül zaten hiç kimseye yâr oldu mu ki, sadece ben o benim oyun arkadaşımdır diyorum.
469
Rebab şeklindeki yaydan bir ok fırladı. Ten çemberinden geçerek kalbe dayandı.
Özleri delip geçen şu kabuğa bak! Perdeleri yırtan şu perdeyi gör!
496
En hoş adet, en hoş huylar ki, Muhammed´de vardır.
O, rebabını sabaha kadar inleterek bizi okşar. Uykusu gelince de (rebabının) boğazını sıkar.
682
Sensiz olunca, gül diksem, bahtımın toprağında dikenden başka bir şey bitmez. Tavus yumurtası koysam, yılan çıkar. Elime ister rebab alayım, ister (saz) alayım, sekiz cennette de çalsam cehenneme döner sanki?
691
İşte tan vakti, katıksız şarap getir! Çünkü akıllı insanın hayatı ölüm demektir. Ya bu gönülsüz rebabın iniltilerini hoş gör, yahut şu yanmış, kebab olmuş gönüllerin üzüntülerine katlan!
906
Ey rebab nağmesi, ben senden dertliyim. Benim de gönlüm içinde bir rebabım var. Gitme, bir saat kadar gel de otur. Harap bir köşem var, orada konakla biraz!
922
Aşkın ateşini de, suyunu da tatmışız. Gönül ateşinde su gibi kaynamışız. Biz artık Gönül Rebâbi gibi düzen bulmuş, aşk darbesinin yarasını hoşça sarmışız.
933
Daha ne kadar tef gibi sitem darbelerini yiyeceğim, rebab gibi gam vuruşları ile yaralanacağım. Seni sazım gibi göğsümde okşuyorum diyorsun. Ben senin kavalın değilim ki, (hep o acı) soluklarına katlanayım.
1131
Ey aşkının ezgisi gönlümün rebabı olan sevgili! Ey bütün inleyişleri gönlümün cevabı olan güzel: Aradığın o dörtbaşı mâmur devleti bulursun. Ama onu ancak benim şu yıkık gönlümde bulursun!
1136
Ey gönlümün rebabına mızrap vuran (mutrıp)! Gel bu inleyişimden gönlümün cevabını dinle: Her viranede başka bir define saklıdır. Benim gönlümün harabesinde de (sadece ve ancak) aşk hazinesi saklanmıştır.
1162
Gönüller rebaba, senin aşkın da (onu çalan) yaya benzer. Gönülleri inleten bu yaycığın teller üstünde gidip gelmesidir. Yayın seslenmesi tele bağlıdır. Tel olduktan sonra araya başka bir düşünce girmez artık.
1436
Ey rebab nağmesi! Nereden geliyorsun? Ateş dolu, fitne dolu, kavga dolusun sen. Gönül casusu, aşk yolunun habercisisin sanki. Her ne buyursan gönül sırlarıdır onlar.
1608
Dün gece kâse elimde, rebabımla seher vakti kâsecilerin şarkısını söylüyordum. O perileri kıskandıran âfet, elinde bir mey kâsesiyle çıkageldi, dedi ki: Kâseyi yere çarparsan, yerine sürahi alırsın.
Tanbur: Üç metal telli Özbek klasik müzik çalgısıdır. Formu dutara benzerse de daha ince ve uzundur. Teknesi dut, kapağı ladindir. Akordu çalınacak makama göre değişir. Rast için alt ve üst tel ünison, orta tel pesdeki beşlidir. Büzrük, Dügah ve Irak makamları için, orta tel pesdeki dörtlüdür. Neva ve Segah makamları için ise orta tel pesdeki ikilidir. Müzik, tanburun birinci teli ile çalınır, diğer teller genellikle ahenk teli olarak işe yarar. Diyapazonu tek tel üzerinde iki oktavdır. Sağ elin işaret parmağına takılan "nahun" adındaki metal bir mızrapla çalınır. Yayla çalındığı da olur.
Çeng: Özbeklerin günümüzde çeng adıyla andıkları çalgı, bir çeşit santurdur. Ondört grup teli vardır. Pesdeki iki grup ikişer diğerleri ise üçer telden oluşur. Teller, diyatonik sıra ile yerleşmiştir. Zahme ile vurularak çalınır.
Organolojinin “açık arplar” arasında incelendiği çalgılardandır. Açık arplar, “yay-arp” ve “köşeli arp” olmak üzere iki türe ayrılır. Çeng ikinci türdendir. Açık arplarda, teller burgulukla ses kutusu arasına gerilir. En uzun (ve en pest) telin önünde hiçbir şey yoktur. Kapalı arplarda ise, bir açı oluşturan burguluk ve ses kutusunun iki ucunu birleştiren bir üçüncü parça vardır. Bu parça, modern batı arpında olduğu gibi, en uzun telin önünde olup ona paralel olarak yer alır.
Yay-arplar, burgular ve ses kutusu (tınlatıcı / rezonatör) aynı ağaç parçasından yapıldığı ve bir yay oluşturan bu ikisinin arasına tellerin gerildiği en ilkel arplardır. Bilinen ilk örnekleri M.Ö. Anadolu, Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarına ait olan yay-arpların geçmişi binlerce yıl öncesine uzanır. Köşeli arplar ise, daha sonraki çağlarda yine aynı bölge uygarlıklarında kullanılmaya başlamıştır. Bu tür arplarda düz veya kavisli olan ses kutusu ile burguluk yaklaşık 70°'lik bir açı yapar. Bazı tasvirlerdeki arplarda, bu açının 90°'ye kadar çıktığı görülebilir.
Binlerce yıl boyunca Anadolu, Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları yanı sıra Orta Asya ve Uzak Doğuda da kullanılan köşeli arpların tarih sahnesinden en son çekileni Osmanlı “çengi”dir. XVII. yüzyılın son çeyreğine kadar kullanıldığı anlaşılan “çeng”; gerek yapımı, çalması, taşınması ve akort etmesi gibi konularda yaşanan güçlükler, gerekse tambur ve santur gibi telli çalgılara gösterilen ilginin artması ve benzeri etkiler nedeniyle tarih sahnesinden çekilmiştir.
Giccak: Yaylı bir çalgı olan giccak, en yaygın Özbek halk çalgılarından biridir. Eskiden üç telli olan giccak, dörtlü aralıklarla akortlanırken günümüzde tel sayısı dörde çıkarılmıştır. Akort sistemi çalıcıya göre değişmektedir. Küremsi bir ağaç teknesi ve 40-45 cm boyunda silindirik bir sapı vardır. Göğüs, deriden yapılır. Sol diz üzerinde dik tutularak çalınır.
Sato: Dört telli, yaylı çalgıdır. Oval ve fazla derin olmayan bir teknesi ve uzun bir sapı vardır. Sap üzerinde ağaçtan perdeleri vardır. Müzik tek telde çalınır. Göğüs ağaçtandır ve üzerinde iki delik bulunur. Giccak gibi diz üzerinde dik tutularak çalınır.
Nay: Nefesli Özbek Halk çalgısıdır. Aslı kamıştan yapılmakla birlikte ağaç ve metal olanları da vardır. Altı deliği vardır ve diyatonik sıra ile yerleştirilmiştir. Üfleme deliği yan flütte olduğu gibidir.
Kuşnay: Birbirine bağlı iki kamış naydan ibaret olup, bunlara ses çıkaran dil eklenmiştir (kuş=koş=çift). İki kamışa birden üflenerek çalınır. Yaklaşık 20-25 cm boyundadır. Yedişer deliklidir. İki oktav ses aralığını çıkarabilir.
Balaban: Özbekistan'ın Harezm bölgesinde yaygın bir üflemeli çalgıdır. 25-30 cm boyunda ağaçtan yapılmış silindirik bir gövdesi ve buna eklenen kamış bir dili vardır. Yedi üstte bir altta olmak üzere sekiz deliklidir.
Türkiye de mey ile aynı çalgıdır.Mey, müzikte nefesli bir çalgıya verilen isimdir. Ancak sözlüklerimize girmesi çok eski değildir, Kamus-ı Türki'de bile çalgı anlamına rastlanmamıştır. Zaten Gazimihal'de, T.D.K. sözlüklerine bu kelimeyi 1929 yılında kendisinin verdiğini ve lügatlarımız gibi, ferhenk ve kamuslarda izine rastlanmadığını söylemiştir. Halen T.D.K. sözlüğünde mey; eksik ve yanlış olarak şöyle tarif edilmektedir: ''Doğu Anadolu'da kullanılan bir tür küçük zurna". Son yıllarda basılan müzik ansiklopedi ve sözlüklerinde de, "Halk müziğimizde kullanılan bir çalgı" gibi eksik açıklamalar mevcuttur.
Mahmut Ragıp Gazimihal etimolojik olarak, mait kelimesi üzerinde durmuştur ."Firavunlar Mısır'ından kabartmalarda resmi var, adı o ilk çağda mayıt'tı; fakat sonradan uzun asırlar unutulmuştur. Meyi ve mayıt kelimeleri arasındaki morfoloji tıpkılığı açıktır" diyerek, Saygun'un da görüşüne katıldığını belirtmiştir. Ancak bu açıklamada iki çelişki vardır: Birincisi, Gazimihal'in iddiasına göre uzun yıllar unutulan bir çalgı nasıl oluyor da Kars'ta meyi ismiyle çıkıyor. İkincisi ise, Mısır kabartmalarında bu çalgının ismi mayıt olarak değil, mait olarak geçmektedir. Türkçemizde mey'e yakın kelimelere baktığımızda: "Meyi; eriyip akma. Meyi: Ney (Kars).
May, su arkı, su mecrası olarak da geçmektedir.Müzikte mey kavramını incelemeye kalktığımızda balaban ile ilişkisini ortaya koymak gerekiyor. Balaban, nefesli bir çalgı olarak Asya'da birçok ülkede sevilerek kullanılmaktadır. Bu çalgı, fizyolojik ve ses olarak mey ile çok benzerdir. Balaban'ın Türkçe'deki kelime anlamı; iri cüsseli adam veya hayvan, davul tokmağı, oynatılan ayı, balaban kuşu ve davuldur. Asya'nın Kazak-Kırgız ve Kazan Türkçelerinde koca davul anlamındaki balaban şeklinde görülür. İslavcanın Rus, Ruten, Bulgar, Sırp, Hırvat lehçelerinde de davula baraban denir. Erzurum doğusunun mey denilen kamış çalgısını andıran balaban daima davulla birlikte çalındığı için adının baraban'dan ''r>l'' değişikliği ile geldiği de düşünülür.
Maragalı Abdülkadir'in nayçe-i balaban'ının, günümüzde kullanılan mey ve balaban olduğuna dair herhangi bir şüphemiz yoktur. Ancak nayçe-i balaban ismi bazı değişikliklere uğramıştır .Bazı bölgelerde yaşayanlar balaban, belman, balaman, yasti balaban, nay ismini kullanarak bu çalgıyı günümüze kadar yaşatmışlardır. Türkiye'de ise mey ismini almıştır. Bu çalgının isminin neden mey olduğu konusunda yöre sanatçıları ile görüşülmüş, ancak bundan fazla sonuç alınamamıştır. Kimine göre mey; yumuşak anlamına gelmekte ve sesinin yumuşaklığı nedeniyle bu ismi almaktadır. Kimine göre muhabbet anlamındadır. Muhabbet anında kullanılır olması ve insana hoşluk duygusu vermesi, içkinin verdiği hoşlukla özdeşleşmiş ve mey ismi bu nedenle çalgıya verilmiştir. Ney'den ayırmak için ''mey'' isminin verildiğini de söyleyen olmuştur.
Türklere göre, Mey ismi nay-ı balaban veya nayçe-i balaban isminin günümüze yansımasıdır. Bilindiği üzere Farsça "çe'' küçültme ekidir. Nay ise eski İran dilindeki nada'dan türemiş bir kelimedir. Nada'nın anlamı da kamıştır. Nay dilimizde ney olmuştur. ''Ney, Farsça nay kelimesinin muhaffefidir''. Mey kamışla çalınan bir çalgıdır ve kamış bu çalgıya karakteristik özelliğini verir. Nay'ın anlamı da kamıştır .Büyük bir olasılıkla, mey kelimesi dilimize nay 'dan incelerek giren ney'den ayrılması için girmiş bir kelimedir. Çünkü ney, Klasik Türk müziğinde kullanılmakta olan bir çalgıdır. Mey ise halk müziğimizde kullanılmaktadır. Belki de vurgulanmak istenen bu ayrım idi. Örneğin mey halen Ermenistan'da nay ismi ile de kullanılmaktadır. Ayrıca Gaziantep'te, nay denilen ve Erzurum pazarı için yapılan mey gövdelerinin varlığı da bilinmektedir.
Tarihçesine baktığımızda ise mey, Asya'da yaygınlık kazanmış, köklü, fazla değişime uğramamış çok eski bir çalgıdır. Benzerleri halen Türkiye dışında Özbekistan ,Azerbaycan, Gürcistan, Dağıstan, Ermenistan, İran, Çin, Japonya ve Kore gibi ülkelerde çeşitli isimlerde kullanılmaktadır.
Tarih öncesi sitelere kadar gittiğimizde ''kamışlı çalgılar görülmemektedir. Bunun nedeninin de, kamışın bizzat kendisinin, kemik flütlerin aksine kolaylıkla bozulabilir materyalden yapılmış olmasından kaynaklanıyor olabilir.
Kamışlı çalgılar hakkında elimizde bulunan en eski bulgu Helenistik dönem Mısır'ına aittir. ''Kamışlı borulara mait adı verilir. Dördüncü hanedanda hem uzun hem kısa tiplerine rastlamaktayız. Bunlar muhtemelen modern obua gibi çift kamışla çalınmaktadır''.
Mait, monaulos olarak da adlandırılmaktadır. Mey ve benzeri çalgılar ''Helenestik çağı Mısır kalıntıları arasında bulunan monaulos ile yakın benzerlik gösterirler. (Detayları bilinen tek antik tip). İngiliz araştırmacı Picken de bazı kaynaklara dayanarak aynı iddiada bulunmaktadır: ''Mey'in ve Azerbaycan'da kendisine çok benzeyen kamış borulu (balaman), Sovyet Ermenistan (düdük), Gürcistan (duduki), Dağıstan (balaban)'m antik çağın son dönemlerine ait monaulos ile ilişkisi vardır. Evliya Çelebi'nin balabanının, mey olduğundan kuşku duyulmaz. Saygun'un Kars yöresinden sekiz delikli çalgısına ait raporu Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Dağıstan kaynaklı çalgılar tarafından da desteklenir. Sekiz delik, Brüksel Müzesi'nde bulunan Ptolemaic Mısır'ına ait monaulos'ta da vardır. Wegner de son dönem Atina vazo resimlerinden yapılan reprodüksiyon da, mey 'in son dönem auloi'sine benzerliğini belirtmektedir.
Capitoline Museum'daki bir mozaikin collotype'leri, (Salla Delle Colombe'deki) incelendikten sonra temsil edilen nesnelerin kamış olduğuna tamamen ikna olunur. Bunlar halen kullanılan kıskaçlar gibi yapılmış görünüyorlar ve kamışın dudağa gelen kısma yerleştirilmelerine rağmen, şekilleri hickiriki'nin yamuk şeklindeki kamış başlıklarından tamamen farklıdır. Boruların kendileri de tibiae ya da auloi'nin bilinen diğer tasvirlerinden daha çok mey'e yakındır. Kamışlar mey'in uzunluğu ile orantılıdır. Altına doğru eğim kazanarak incelir. Gövdenin mafsal ucundan kamışa doğru alan daralması çok hafiftir. Bu mozaik, 1824 yılında, Trajanus Decius tarafından 252 yılında inşa edilmiş Thermae Decianae sitesinde bulunmuştur. Bu mozaik stilistik olarak Pergamon (Bergama) mozaikleri ile ilişkilidir. Öyle ki bu çift kamış yan silindirik boru çiftinin, Anadolu'da Hıristiyanlık döneminin ilk yüzyıllarında görülen bir tip olduğu kuşkusuzdur. Kıskaçlar (eğer öyleyse) her iki uca bağlanan tipten ziyade Bayburt(Kuzeydoğu Anadolu)'un mey ve hiçhiriki kıskaçlarının karakteristiği olarak bir uca bağlanan tiptendir''.
Çeşitli araştırmacıların mey'in, zurna'dan daha eski bir çalgı olduğu hakkında iddialan mevcuttur. ''Zurnalar türünün atası mey'dir''. ''Silindirik obualar (mey ve benzeri çalgılar) yüksek sesli koniklerden (zurna) daha eskidir fakat daha az rastlanır''.
Bu çalgıya ait elimizdeki Türklere ait en eski kaynağın Maragalı Abdülkadir'e (1350?-1435) ait olduğunu zannetmekteyiz. Nayçe-i balaban ismiyle yer alan bu çalgıya, ''Surnaya benzer surnayın talimi bununla yapılır, yumuşak ve hazin bir sesi vardır.'' demektedir. Abdülkadir'den iki asır sonra yaşamış Evliya Çelebi'de de (1611-1683) benzer bir tanıma rastlanmaktadır; ''Belban (veya balaban, Türkmen kamışlı düdüğü) Şiraz'da icad edilmiştir. Zurnadakine benzer kulağı yoktur. Türklerce çok kullanıldı. 100 çalanı vardır''. Bunların dışında Cumhuriyet Türkiyesi'nde tarihçeye girmeden kısır araştırmalar yapılmıştır.
Helenestik Dönem Mısır'ına ait mait veya monaulos adlı çalgıyla benzerlik gösteren mey, bazen balaban, belban, nayçe-i balaban, nay-ı balaban, balaman, nay, düdük, duduki, mey, kuan, hiçkiriki, hyanpiri, vb. isimlerle günümüze değin gelmiş ve yaşamakta olan bir çalgıdır.
Meyin ses sistemi i bir oktav ses sahası olan çalgıdır. Yapısında, yedeni de bulunan rast makamı dizisi mevcuttur.
Diatonik bir çalgıdır. Kromatik ses elde edebilmek için deliklerin yarım açılması ve dudakların yardımı gerekir. İcracı parmakları yarım açıp kapama dışında dudaklarını sıkarak veya gevşeterek kromatik sesin alınmasına yardımcı olur.
Ses sınırının dar olması nedeniyle mey'de transpoze olanağı sınırlıdır. Belirlenen her bir tam ton için ayrı bir mey kullanmak gerekmektedir. Yarım tonluk farklılıklar kamış değişimi veya kamışa eklenen ve boğaz ismi verilen parça yardımıyla olur. Fakat aynı gövde üzerine kamış yardımıyla bir tonluk farklılık yapılmaya kalkıldığında seslerde bozulma olmaktadır.
Meyler, Ana, Orta ve Cura olmak üzere üç ayrı yapısal özellikte sınıflandırılmıştır.
Esas itibariyle mey notaları yazılırken fa anahtarı kullanılmalıdır. Halk Müziğimizin pes sesli bu çalgısında, Türk Müziği notalama sisteminden kaynaklanan (doğruluğu tartışılabilir) zorunluluklardan dolayı sol anahtarı kullanılmaktadır.
Surnay: Ağaç üflemeli çalgılardan biri olan surnay, yüksek sesli bir açık hava sazıdır. Form ve işlev olarak zurna ile aynıdır. Özbekistan’da surnay Türkiye de ise zurna ile aynı çalgı kastedilmektedir.
Zurna kelimesi Türkçe’dir. Farsça Sür ( düğün ) ile nüy ( düdük, boru ) kelimelerinin bir araya gelmesinden yapılma bir söz olduğu da iddia edilir. Buna ait bir iki kayıt şöyledir.
“Nay-i Türki bazıları indine Sürnay’dır ki Türkide tarifle zurna dedikleridir. Sür ile Nay’den mürekkebdir. Sür-i ferah ve düğün ve “ iyş ü “ işaret Ma’nasındadır ve bir kavilde anifen nay maddesinde zikr olunan borudur ki Hata ve Huten Türkleri’ne mahsusdur”
“Sürnay, Türkiide tarifle zurna derler, tabıl ile bilece çalarlar. Sür ile Nay’den mürekkebdir. Sür-i ferah ve düğün ve iyş’ü işret manasındadır. Saz-ı mezbur ekseriya düğünlerde ve eyyam-ı ferah ve iyyidde çalınmağla bu isimler tesmiye olundu ve ona sehnay dahi denir”
Bu kayıtlarda ve başka bir takım buna benzer kayıtlarda zurnanın Farsça olduğu belirtilir ve Türkçe’ye sonradan girme bir kelime olduğu ileri sürülür. Halbuki zurna “ zur “ kökü ile “ na “ ekinden meydana gelmiş Türkçe sözdür. Yapılış bakımından “ turna “ kelimesinin aynıdır. “ zur “ kökü ses taklidini göstermektedir: Türkçe’de cur, yur, ır, cır, yır, sur, sar, car, şar, çar, sır, onomatopelerinin “ z “ ile başlayanından başka bir şey değildir.Sümerce’de sur, sir, ser kelimelerinin tegonni manasına alındığını biliyoruz. Görülüyorku bu kelimeler Sümerce’den beri müsiki ifade etmektedir. Hece başındaki ve ortasındaki ses değişmeleri kelimelerin mortolojik birliğine halel vermiyor.
Zurna kelimesinin Kalmuklar’da “ Zurr “ olarak bulunuşu ve muhtelif Türk lehçelerinde zurna adlarındaki ittıratsızlık da zurna’yı onometope olarak göstermektedir.“Sırnay”,
“Surnay“, “Zurnay” ( kazan ), “ Sarna “ = “Sorna” ( Azarbaycan ).. “ San “ ve “ Sarna “ kökünden gelen “ Sarın “ = Teganni ( Şor, Televt, Kırgız lehşeleri ), “ Surnamak “ = şarkı söylemek (Karaim lehçesi ) kelimelerinden de zurna’nın ses taklidinden yapılma Türkçe bir söz olduğu anlaşılıyor
Çift - dilliler’in umumi adı Surna ( Zurna )’dır. Oldukça eski bir alet olan Surna’nın bilhassa yakınçağlarda Kaba, Cura, Asafi, Şihabi, Acemi gibi pek çeşitli tipleri yapılarak bir aile meydana getirilmiştir.
Zurna sazının Avrupa’ya pek erkek geçtiği ve “ Havbois “ ve başka adlarla orada tekammülünü tamamladığı tahmin edilir. XVIII. yy’da Avrupa’nın Türk Mehter Musikisi’ne dikkatle eğildiği sıralarda bestekarlar zurna işleyişli ezgilerini yazmaya başladılar. Zurna’ya verilen “ Cor des Turcs “, “ Cornet des Turcs “, “ Corne Turc “ isimleri bu yüzyılın mahsulüdür. Macaristan’da ise zurna Türkler’den gelmeliğini ve “ Török sip “, “ Taragato sip “ isimlerinde muhafaza etti.
Sibirya’nın öbür uçunda yaşayan Yakut Türkleri bile “ surna “ adıyla bu çalgıyı kullanırlardı. Gerçi öz Türkçe’de “ z “ ile başlayan söz yoktu ama, “s”’nin zeleşmesi ve zeli yansıtma kelimeler epey olmuştur. Zurna en ünlü halk kelimemizdir. İran’daki Türkmenler dahi zurna deyip, asıl İranlılar halen “ surna “ nın sonuna y bulundurmadan kullanıyor ve yazıyor. Esasen onların halk dilinde “ nay “ flüt, fakat “ ney “ kamış demektir. Surna’nın “ dernek neyi “ sanılması dilcilik bakımından halk etimolojisinden başka bir şey değildir. Zurna, zurnamak ( zurlamak ) yansıtmasının baş kısmı mahiyetindedir.(Zırlamak kaba düşmüştür ) ; Turna yapısında Türkçe sözdür. Sonundaki na eki Farsça nay olamaz, çünkü kelime o dilde yoktur.
Eski Ferhenk kitaplarında Surna’nın öbür adı “ nay-i türki “‘dir ki, menşee atıftır. Rusça’da ve Kafkas dillerinde hep zurna söylenişiyle bilinir. Yunanistan’da zurnas , Arnavutça’da zurne olmuştur. Gürcü konuşmasında “zurna “ varsa da., onlar boruya zurnavi derler. Asya’da cura zurnaya “zurnayçe “ derler; bu ad Farsça’da yoktur. İran’da bilinmez. Asya’da baştan başa zurna vardır. Macarların “ torok-sip “ ( taragato sipsisi ) ve “ haborn sip “ dediği çalgıya “ Ragoczpfeife “ de denilmiştir. Rakoci düdüğü demektir, zurnadır onun cura boyudur. Macarlar Kabazurna’ya “ taborsip “ ( davul sipsisi) derlerdi. Rusya’da “ zurna, vaktiyle Tatarlar’dan gelip ordu mızıkasında yer almıştı “ Çince’de “ r “ bulunmadığı için onlar “ su - na “ derler.
Karnay: Boyu iki ile üç metre civarında metal boru olan karnay yalnız Kırgızistan'da değil Kazakistan, Özbekistan, Doğu Türkistan ve Tacikistan'da da kullanılır. Açık hava çalgısıdır. Bayram ve Düğünlerde damlara çıkılarak çalınır. Karnay, bir melodi çagısı olmaktan daha çok ritim çalgısı olarak kullanılır.
Doyra (Daire): Uygurların dap dedikleri çalgı ile aynıdır.
Tar: Tezeneli bir çalgı olan Tar, göğüste tutularak çalınmaktadır. Azerbaycan, Özbekistan, İran, Gürcistan ve Türkistan’ın bazı bölgeleri ile Türkiye’de Kuzeydoğu Anadolu bölgesinde yaygın olarak kullanılan bir çalgıdır. Kopuz’dan gelişen sazlardandır ve ses genişliği 2,5 oktavdır. Gövde kısmı ortadan boğumlu ve çift çanaklıdır. Üç çift ve üç tek olmak üzere 7 teli vardır. Telleri çelikten olan Tar’ın akordu 4 lü ve 5 li aralıklarla yapılır. Boynuzdan yapılan tezene ile çalınmaktadır.
Kılkobız: Yayla çalınan iki telli eski bir çalgıdır. Halk arasındaki rivayetlere göre sekizinci yüzyılda Korkut Ata tarafından icat edilmiştir. Yarı şaman baksıların ve jıravların çalgısı olan kılkobız 18. Yüzyıldan itibaren günah sayılarak yasaklanmış ve ortadan kaybolmaya yüz tutmuştur. 1930'larda Kazak müzikçi Ahmet Cubanov' iki tane kılkobız icracısı bularak bunları kendi kurduğu Halk Çalgıları Topluluğuna almış ve kılkobız böylece tekrar yaygınlaşmaya başlamıştır. Kılkobızın telleri at kılındandır. Teknesinin alt kısmı deri ile kaplı, üst kısmı ise açıktır. Burguluk kısmında ve teknenin üst kısmında demir parçalar ve ziller asılıdır. Bunlar kobız sallandıkça ses çıkarır. Telleri saptan 3-4 cm kadar yüksekte olup, tırnakların teması ile çalınır. Zamanla geliştirilip tel sayısı dörde çıkmış, telleri de metalden yapılmaya başlamıştır. Bu çeşit kopuzların prima kobız, alto kobız ve bas kobız olarak çeşitleri vardır.
Dombıra: Afganistan Özbeklerinde dutarın küçüğü olarak bilinen ve kullanılan "zilçe" adlı çalgı Özbekistan'da ortadan kalkmış, Kazakistan'da "dombıra" adıyla mili çalgı olarak ön plana çıkarılmıştır.İki telli, parmakla çalınan halk çalgısıdır. Kazak Türklerinin en yaygın çalgısıdır. Telleri eskiden bağırsaktan yapılırken günümüzde misina kullanılmaktadır. Kazakça'da barsak anlamına gelen "işege" sözü "işek" şeklini alarak çalgı teli anlamına dönüşmüştür. Armudi bir teknesi, çam ağacından göğsü ve perdeli sapıyla küçük bir dutarı andırır. Boyu 80- 100 cm kadardır. Abay ve Cambıl dombırası olmak üzere iki türü vardır. Şertpe ve tökpe adları altında iki türlü çalım tekniği vardır. Şertpe tekniğinde sağ elin ayası göğüse dayanarak işaret parmağı ile vurma ve çekmelerle çalınırken, tökpe tekniğinde sağ el bilekten hareket ederek ve bütün parmaklar kullanılarak çalınır. Ses aralığı bir tel üzerinde bir buçuk oktavdır. Dörtlü ya da beşli aralıkla akortlanır.