Geçenlerde Türklerin cehaletini Müslüman oluşlarına bağlayan Celal Şengör'ün görüşlerinin idiopatik ve şahsına münhasır olduğunu sanmak yanlış olur. Hele ki konuyu Şengör vakasına indirgemek oldukça yüksek bir ad hominem risk içerecektir. Öncelikle belirtmek isterim ki "İslamsız Türklük" fikrinin modern Türkiye Cumhuriyeti'nin laiklik üzerinden ana söylemi olduğuna ilişkin yaratılan algı tamamen hatalıdır. Bu fikir esasen temeli 18.yy'da batıda atılmış bir siyasi görüşün uzantısı olup bizdeki pseudo-modernler ve öz-oryantalistlerce sistematik şekilde tekrar ettirilmektedir.
Örneğin, oryantalist imgelerin kurucularından Fransız gezgin François Renéde Chateaubriand'ın 1806 yılında İstanbul'da yaptığı gözlemlerle ilgili bir çalışmada değinilen noktalar meselenin arka planına ilişkin bakışı derinleştirebilir:
Misitralı İbrahim’in evinde gördüğü misafirperverlikten çok etkilenen fakat bu insaniyeti Türklere yakıştıramayan Chateaubriand… bir yerden duyduğu ya da okuduğuna göre, eski çağların töresini ve sadeliğini koruyan Türklerin, Müslüman Türk’ü değil, Asya’daki Türkler olduğunu öne sürer. Chateaubriand’ın bu görüşü, o yıllarda Batı’da gelişen oryantalizm bünyesindeki tarihî, filolojik, etnolojik ve antropolojik çalışmalarla ilgili yaygın bir görüştür. Çünkü Fransa’da Türkologların babası sayılan Josephe de Guignes’in Hunlar Moğollar ve Daha Sair Tatarların Tarihi (1785) adındaki beş ciltlik Türk Tarihi’nde, Türklerin İslâmiyet’i kabulünden önce, Orta Asya’da oynadıkları tarihi rolü öne çıkartılır. Alman asıllı olan, eserlerini Fransızca yazan ve Chateaubriand’ın İstanbul’a geldiği tarihlerde Kafkasya ve Gürcistan’a Seyahat’e çıkan Julius Klaproth’un da bu bölgenin İslâmlaşmamış Türk halkları hakkında önemli bilgiler verdiği bilinmektedir. 19. yüzyılda, İslâm öncesi Asya Türk’ünün öne çıkarılması Batı’da yeni bir siyaset biçimi hâline gelmiştir (Gözütok, 2010: 103-104)[1].
Günümüzde yaşanan "kimlik" temelli kırılmaların ana fayını bu ve benzer görüşlerde bulabiliriz. Dolayısıyla “yerli ve milli kalarak modernleşme” fikrinin kökleri de sanıldığı kadar yerli ve milli değildir. B. Dellaloğlu’nun 2019 tarihinde Ot dergisinde kaleme aldığı “İthal Düşünce” başlıklı yazısındaki şu satırlar bu minvalde değerlendirilmelidir:
Yerli olduğu düşünülen milliyetçilik ve muhafazakarlık da bize Batı’dan gelmiştir. Ziya Gökalp Durkheim’ın, Prens Sabahattin Le Play’ın Türkiye acentesidir…birçok fikir ekolü, ideoloji, sanat akımı memlekete yerli acenteler üzerinden girdi”…
İslamsız, Asya kökenli “yerli” bir Türklük teorisi özellikle müzik modernleşmemizde etkili olmuştur. Müzik modernleşmemizde hilafeti ve saltanatı temsil eden Osmanlı'ya ait müziğin itibarsızlaştırılması ve kaldırıp atılması ve yeni ulusal müziğimizin henüz "bozulmamış" ve Asya'daki kökleriyle kurgusal düzeyde ilişkilendirilen Anadolu müziğine dayandırılması kökleri batıda atılan bu fikrin bir uzantısıdır. Burada konu Türk-İslam sentezini savunmak değil, yüzyıllarca bir arada yaşayan ve teori-pratik bakımından kaynaşmış, “makam coğrafyası” olarak anılır hale gelmiş, kolektif müzikal üretim/algılama/aktarıma dayalı bölgesel bir müzik kültürünün tabiatının parçalanmasına neden olan ve dolayısıyla olası doğal değişimine yönelik müdahaleyi tartışmaktır.
Zaten Türk Müziği’nin de bize değil, Acem’e ve Arap’a ait olduğuna ilişkin zamanın propagandaları Türk kimliği üzerinden kurulacak yeni ulusun müziğinde “olmaması gereken” yabancı (?) unsurları esasen işaret ediyordu. Ancak temel mesele bu teşhisin ve tedavinin ne derece doğru ve sağlıklı olduğudur. Devasa bir makam coğrafyasında zararlı kökler alelacele tespit edilmiş ve koparılmıştır. Peki yerine inşa edilecek yeni milli musiki nasıl olmalıydı? Neye dayanmalıydı? Ama en azından zararlı köklerden kurtulmuştuk, yenisinin ne olacağının çok da önemi yoktu belki de.
Saygun'un Pentatonizm-Türklük denklemi, Hindemith'in henüz Arap komalarından etkilenmemiş ve bu yüzden batının tampere sistemine daha yakın bulduğu halk müziğinin Çoksesli Türk Müziğinin temelini teşkil etmesi gerektiğine ilişkin görüşleri de bu uzamda değerlendirilebilir. Keza, Muammer Sun'un ünlü "Türk Kalarak Çağdaşlaşma" görüşü de esasen aşırı batılılaşma karşıtı yerli ve milli bir Türk Kültürü oluşturma iddiası gibi algılansa da pratikte Araplaşmamış Türklük vurgusunu da içermektedir.
Şöyle ki, Sun başta olmak bu fikri benimseyen isimlerin müzikal teknik, çalgılama tercihi vb. bakımlardan batıya çok daha yakın olmaları ve Anadolu’da gayet canlı olan mikrotonal perdelerden ve çalgılardan bilhassa uzak durmaları Türk kalabilme serüveninde batının ana model olarak ele alındığını gösterir. Batı kültürü ve müziği sadece modern olduğu ve bunu kanıtlamaya yönelik uyduruk müzik teorik gerekçelerle değil, Arap-İslam kültürü ile birleşik Osmanlı’nın toptan reddine ilişkin siyasetin sonucunda tercih edilmiştir. Bu tercih müzikte modernleşmenin o gün için tanımıydı.
Örneğin besteci İlhan Mimaroğlu’nun radyodaki kısa süreli Türk Müziği yasağını savunurken kullandığı “bir kültürü başka bir yere yöneltmek istiyorsanız, buna engel olan başka kültür durumlarını ortadan kaldırmanız gereklidir” ifadesi bu toptancı reddi ve modernin kabulünü meşrulaştırmak için atılan sert adımların en açık itiraflarından biri olmuştur. Bu anlayış o yeni kültürün kodları dışındaki her türlü önceki ve zararlı hususa yönelik alerji ve tepkinin de bilinçli üretimini sağlıyordu. 80’li yıllarda arabesk müzik de oluşturulmasına çalışılan kültürün dışında kalan ve hatta o kültüre ve diğer zararlı müzikal göstergelere sahip yapısı nedeniyle ötekilenmiş, aşağılanmış ve yasaklanmıştır. Oysaki arabesk müzik malzeme olarak yüksek düzeyde yerli ve milli nitelik içeriyordu.
Özetle, içerik ve yöntem diyalektini parçalayan şu meşhur “milli müzik malzemesinin batılı tekniklerle işlenmesi” mottosunun da esasen bize ait olmadığını, fikri kökeni dışarıda atılmış yukarıda bahsedilen oryantalist siyasetin bir uzantısı olduğunu düşünmek gerekir. Keza bu motto belli bir süre sonra ideolojik söyleminden kurtularak popüler müzik içinde kendi yolunu bulmuştu. Anadolu Rock, Modern Folk Üçlüsü, arabesk/fantezi vb türlerde verilen çok sayıda ürün de yerli müzikal malzemenin modern tekniklerle işlenmesi mottosunun çeşitlemelerini içeriyordu, yani müzik yolunu buluyor, kültürler arası müzikal etkileşimler doğasında yaşanıyor, toplumda karşılığını buluyor ya da bulmuyordu, ideolojik etkiler yok değildi ancak etkisi müdahilden ziyade denetler pozisyondaydı. Arabesk müziğe 12 Eylül döneminde yapılan yasaklamaları da ülkemizde “ilerici ve modern” müzik inşasının devletçe tasarlanması alışkanlığının net örneklerinden biri olarak görmek gerekir: Yasaklar ya da müdahaleler ile ilerlemenin sağlanacağına ilişkin inanç. O dönemde müdahale ve denetleme mekanizmaları en üst seviyey çıkmıştı.
30 ve 40’ların atmosferine günümüzden baktığımızda, hem batıdan hem de Arap'ın etkilerinden azade tam anlamıyla yerli ve milli bir kültür inşası fikrinin, her ne kadar kulağa hoş gelen siyasi çağrışımlar yapsa da; derin tarihsellik, kültürel etkileşim, difüzyon ve son on yıllarda yaşanan türlü etkileşimler neticesinde kuru ve boş bir söylem olduğu anlaşılmıştır. Bu noktada nasıl bir kültür siyasetimiz olmalı sorusuna yanıt vermeden önce, müzik entelektüel camiamızda yaygın şekilde görülen 30’ların kurucu mirasına sahip çıkma anlayışının bırakılması gereklidir. Nostalji ve vefa duyguları ile atılacak adımları birbirine karıştırmamak önemlidir.
Alafrangacı-Alaturkacı sığlığındaki kadim kavgada bir sulh sağlandığı zannedilse de, ülkemizin siyasi zeminindeki olası bir değişimde kavganın eskisinden çok daha sert şekilde yaşanması da olasıdır. Bunun nedeni meselenin temelinin tamamen bilim dışı yöntemlerle inşa edilmesi ve geçen yıllar içinde bunun dışında bir bakış ve tartışma metodunun bu ortam içinde yeşerme fırsatı bulamamasıdır.
Tarihsel açıdan bakıldığında müzik modernleşmemiz temelde ideolojik-politik olduğundan konuya ilişkin her türlü yaklaşım da ideolojik-politik bir nitelik kazanmakta, bu bakış da “diğeri” tarafından redde ve ağır eleştiriye maruz kalarak etkisizleşmektedir. Dolayısıyla müzik modernleşmesi gibi kültür meselelerini ideoloji üzeri teori ve kavramlardan tartışmanın bir yolunu bulmak zorundayız. Mesele bir bütünün parçalanması ve ardından yenisinin tesis edilmesi sırasında bozulan zeminin yeni mayayı tutmamasıdır. Yani meseleye klasik makro sosyolojiden yaklaşmak yerine etnografi, ekolojik sistem yaklaşımı, karmaşık sistemlerin analizi ve ilişkisel sosyoloji/kültür çalışmaları, kültürel görececilik vb. tözcülüğü dışlamış perspektiflerden bakmak gerekir.
Müzik entelektüel ve akademik çevremizin en kısa sürede bu bakışa kavuşması dileğiyle.
[1] Gözütok, T. (2010). 19. Yüzyıl Batı Seyahatnamelerinde Ortadoğu ve İstanbul İmgesi: François René De Chateaubriand Örneği. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, (44), 97-117.