Eleştirel bir giriş:
Tarihin daimî bir ilerleme çizgisinden müteşekkil olduğuna dair inançlarını sabitleyen elit kitle müziğin de aynı çizgide yürüdüğüne inanır. Bu Kültürel Evrimci tutum özellikle Klasik Batı Müziği’nin üstünlüğü için bir meşrulaştırma aracı olagelmiştir. Ancak müziğin biteviye bir ilerleme hattında geliştiği düşüncesini kabul ettiğimizde bile The Beatles'ın müziğinin J. S. Bach'ın müziğinden ileri olduğunu söylememiz gerekir ki, aynı elitler Klasik Batı Müziği karşısında hiçbir müziği tartışmaya dahi açmazlar. Keza müzik üzerinden kültürlerin mukayese edilmesi ve hiyerarşiler üretilmesi Sosyal Darwinizm ve öjenik çalışmalarla meşrulaştırılan bir seri kötülüğün varyantıdır. Söz konusu elitlerin kimisi bizatihi bu faaliyetlerin içinde olsa da kimisi düşünce köklerinin bu kötülüklerle olan bağını göremeyecek kadar bulanık bir akvaryumun görevli balıklarıdır.
İlerlemiş ve modern (?) batı kültürünü model alma anlayışının batı-dışı toplumlarda yaygınca görülmesinin nedenini sadece batı merkezli bir ideolojik-siyasi şebekenin yayılma gücü ile açıklamak eksiktir ve eleştiri sırasında bile Batı'ya yönelik bir güç kabulüne ve övgüye dönüşür. Batıdan örnek alınan modellerin işbirlikçi ajanlarca yürütüldüğü düşüncesi ile entelektüel dünyada cadı avına dönüşen içerideki "sorumluyu arama" faaliyeti yine Batı tipi bir düşünce olan tek yönlü nedensellikten başka bir şey değildir. Kadın-erkek eşitsizliğinin kökenine ilişkin bir perspektif de Sosyal Darwinizm'de bulunabilir. Güçlü olan canlının/uygarlığın hayatta kalması ilkesine dayanan bu korkunç yaklaşımda gücün tesisini savaşacak olan "erkek" üstlenerek tartışılmaz bir önceliğe ve üstün konuma kavuşur. Gerhard Staguhn (2008) Warum die Menschen keinen Frieden halten: Eine Geschichte des Krieges adlı eserinde şöyle der:
En iyiler hayatta kalacağı ve nesillerinin devamını sağlayabilecekleri için topyekûn savaş bir var olma-yok olma şeklinde yürütülmeli, ulus tüm “yeteneklerini” sergilemelidir. Nasıl tabiatta türlerin hayatı tek bir hayvanın hayatından daha önemli ise ulusun bekâsı için kadın, çocuk vs. bireylerin hayatının da bir önemi yoktur (Staguhn, 2008’den aktaran Yücel ve Taşar, 2016: 323).[1]
Bu arkaik düşünce bizatihi modern toplumlarda üretilerek işlemeye devam etmiş, kaybolmaya yüz tuttuğu dönemlerde bile savaş, kıtlık, salgın vb. kriz gerekçeleriyle canlanarak varlığını bugüne dek sürdürmüştür. Tıpkı bir orman yangınının toprağı onlarca yıl sonraki gür ormana hazırlaması gibi, savaş ve felaketlerin ilerideki barışın yatırımı olması ve savaşan erkeklerin bu yolla kazandığı statünün yerleşerek kurumsallaşması eşitliklerin önünde ciddi bir engele dönüşmüştür. Sadece kadın değil, hayvan ve çocuklar gibi "savaşamayan" canlıların ikincil sınıfa atılması her ne kadar tavsamış ve arkada bırakılmış gibi gözükse de kültürel/siyasal antropolojiden bakıldığında "kontrol, hegemonya, hukuk, toplumsal cinsiyet" gibi kavramlar üzerinden her daim eleştiriye tabi tutulabilir kültürel bellekler içinde yaşamaya devam etmiştir. Buna da en basitinden "gelenek" deyip işin içinden çıkılmaktadır. Zayıf olan insan sınıflarının bile yok edilebilirliğini meşrulaştıran Sosyal Darwinist düşüncenin yine zayıf olan kültürlerin yok edilmesini ya da ileride kabul edilen kültürleri model alıp dönüşerek en azından hayatta kalmasını içeren yöntem bugün Batı demokrasisinde ve akademisinde sarsılmış ve terk edilmiş bir düşünce olsa da bizim gibi gelişmekte olan (?) ülkelerin yarı aydınlarının yürüttüğü öz-oryantalist söylemlerin kaynağını oluşturmaktadır. Bu yöntem o kadar etkilidir ki öz-oryantalistler tek tipçi, indirgemeci ve evrenselci modern dünya görüşünün dışında kalan eleştirel Batı düşüncesini atlayarak post-mortem bir hegemonik Batı sevdası ile kendisini O’nun eskimiş model, felsefe ve uygulamaları ile geliştirmeye, modernleşmeye ve çağdaşlaşmaya çalışmaktadır. Bu tasavvura dayalı ve şizofrenik Batı tahayyülü uzun süredir gerçeklerden kopuk olduğundan artık oradaki tartışmaları da görmemekte, biz zamanların modernleşme hülyasında birleşen icat edilmiş entelektüel sınıf bilincini inşa etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Bir başka deyişle müzikal öz-oryantalizm artık hem Batılı anlamda bir moderniteden hem de ileriye götürmeye ve standartize ederek pedagojikleştirmeye çalıştığı geleneksel müzikten uzaklaşmış durumdadır. Özetle Sosyal Darwinizm Batı dünyasında görüntüde ortadan kalkmış utanç verici bir dönemin anlayışı olsa da özellikle 19.yy’ın sonunda başlayan Batılılaşma faaliyetleri ve sonrasındaki müzik devrimimizin Kültürel Evrimcilik ile birlikte düşünsel temelini oluşturmuştur. Bu temel zamanla yerleşmiş ve zaman içinde yerli aydınların eleştirisinden azade şekilde bir kültürel ve bürokratik elit sınıf oluşturmakta son derece başarılı olmuş ancak kamusal alana yeterince teneffüs edememiştir. Bu kadim kopukluk neticesinde öz-oryantalistler halkı sürekli olarak eğitme gereği duymuşlar, yer yer zevksizlikle suçlamışlar ve mevcut kopukluğu iyice büyüterek gelenekten uzak bir gelenek yaratma sevdasını sürdürmüşlerdir. Bir başka deyişle kaybolmamak ve yozlaşmamak için artık Batı kökenli olmayan bir ilerleme baskısını kendi kendilerine üretip sahaya yansıtmaya çalışmışlardır. Çalgı ebatlarının standardize edilmesi, icra normlarının belirlenmesi, mikrotonal perdelerin gösterilemediği Batı tipi tampere notasyon sisteminde ısrar edilmesi ve sözlü aktarım geleneğini Batı tipi pedagojiye uyarlamaya derdiyle çalgı metotlarının üretilmesi gibi girişimler geleneğin sürdüğü günlük yaşamdan kopuk olmakla birlikte akademik birer ürün, atama-yükselme ve teşvik kriteri gibi akademik bir kapitalizmin metası haline gelmiş durumdadır. Geleneksel müzikleri kültür içinde araştırmaya dayanan etnomüzikolojiyi “türkü derleme” çalışmaları ile sınırlı tutan ve etnometodoloji “yerinde, bağlamında kültürel pratikleri anlama” işlevine erişmeyen, yapısal analizci olmaya gayret eden ancak daha notaya alma aşamasında tınıyı/soundu sınırlı şekilde metinleştiren bir anlayışın geleneksel müziklere ulusallaştırma ve evrenselleştirme adına uyguladığı bu sembolik şiddet nihayetinde sahadan uzak olmakla birlikte dar bir çevrede kalmaktadır. Tını-metin kopukluğu olarak tanımladığımız “notanın üretilen müziği temsil etmedeki yetersizliği” yapısal analizcilik sonrası ortaya çıkan “anlamacı “perspektif bakımından bir sorun teşkil etmese de bu anlamacı etnometodolojik perspektife hiçbir şekilde erişemeyen öz-oryantalistleri doğal olarak derlemecilikten metotçuluğa taşımıştır. Pedagojik metotçu öz-oryantalistler tını-metin kopukluğunun sonucu olarak gerçek bir yapısal analize erişemedikleri gibi, anlamacı perspektifte de sınırlı kalmışlar, geleneksel müzikleri sadece bir zamanların ideolojik ancak günümüzün akademik sloganı olan “ileri götürme” mirası adına informal öğrenme ortamlarından “kurtarıp” daha bilimsel ve formal bir çerçeveye oturtma ülküsünü benimsemişlerdir. Öte yandan geleneksel çalgıların öğretimini formal bir biçime oturtmaya çalışan bu metotların informal öğrenme pratiklerine göre daha etkili olup olmadığını ortaya koyan deneysel çalışma verileri de elimizde bulunmamaktadır. Dolayısıyla bu metotlar kentlerde yürütülen geleneksel çalgı eğitimini batı tipi bir pedagojik anlayışla pazarlayabilmenin aygıtlarına dönüşmekten de kurtulamamaktadır.
Bu metotçu öz-oryantalist tavrın günümüz Batı dünyasındaki çoğulculuk, farklılıklara saygı ve süper çeşitlilik gibi post-modern kavramlardan kopukluğu bir yana Sosyal Darwinist köklerinden miras getirdiği “gelişmiş olanı model alıp ilerleme zorunluluğu” ve “aksi halde yok olma korkusu” birçok söylem ve uygulamada açıkça görülmektedir. Geleneksel kültürlerin yok olması, yozlaşması gibi moral panik söylemleriyle gerekçelendirilen pedagojik metotlar, derleme çalışmalarının altındaki “kayda alma” gayretinin ötesinde tınısal ve icra bakımından normatif bir sınırlık getirerek geleneksel icranın özgünlüğü ve bireyselliğine tehdit oluşturabilecek boyutlar içermektedir. Tüm bu olası tehditleri kendi elleriyle ürettikleri yeni nesil yozlaşma formları olarak görmeyen metotçu anlayış Sosyal Darwinizm’in kemiklerimize dek işlediği “yok olma” korkusuyla ilerlemeye çalışan-sahadan/geleneksel pratiğin yürüdüğü bağlamdan uzak-bir akademik sınıfın faaliyetleri olarak belirmektedir.
[1] Yücel, M. S., & Taşar, M. M. (2016). Sosyal Darwinizm: Ortaya Çıkışı, Gelişimi ve Erken Cumhuriyet’e Etkisi. Kutadgubilig: Felsefe Bilim Araştırmaları, (29), 309-340.