…Mesai saati ise herkesin uymak zorunda kaldığı kamusal zamanın sınırları ve dişleri en sert dilimlerinden biri sadece artık. Dünyada elde edilmiş bilimsel, sanatsal, felsefi ürün toplamının ne kadarının mesai saati içinde üretildiği de şüphelidir…
Doğaya meydan okuma, savaşma, diğerine karşı üstün olma gibi alışkanlık ve tutkularını bir kenara bırakamayan insan kalabalık içinde olmayı, başkaları yanındayken kendini güvende hissetmeyi öğrendi. Aileyi en küçük sosyal grup olarak tanımlayarak işe başlayan bu düzen giderek halkayı büyütmeyi sosyalleşme/toplumsallaşma gibi havalı terimlerle meşrulaştırmaktan da geri durmadı. Bilimsel literatür böylece düzeni meşrulaştırıcı, ona boyun eğmeyi gerektiren düzenek ve teorileri kurmaya odaklandı. İnsan biriktirmek gibi özünde kapitalist dürtüleri barındıran ifadeler bile sosyalleşmenin, bir arada olmanın ve sevilmenin metaforik bir temsili olabildi. İnsanlar, para ya da mal gibi kenara konan ve gerektiğinde tüketilecek bir yatırım aracına dönüşüyordu. Bu tuhaf ifadenin maskesi de sevgi, dostluk, arkadaşlık gibi her dönemin reddedilemez geçer akçeleriydi. Oysa ki insanlar para ya da mal gibi konduğu yerde duran bilinçsiz ve iradesiz bir varlık değildir, sevgisinin ve sadakatinin garantisi yoktur. Olmak zorunda da değildir.
Modernite eleştirilerinde sıklıkla gördüğümüz “yalnızlaşan insan” klişesi toplu yaşamın içinde mecburiyet dışındaki anlar dışında kendinle olmayı/kendine yetmeyi tercih eden/öğrenen kişilere yönelik bir baskı unsuruna dönüştü neredeyse. Asosyal terimi bile tek başına ruhsal bir bozukluğun ifadesi olmaya yetiyordu. Yalnızlık bir hak değil, bozukluktu böylece. Kendinle olmayı/kendine yetmeyi tercih eden bir kişi asosyal etiketiyle ötekileştirilirken, bir hayli insan biriktirmiş sosyal kişimiz içe dönüş temalı kişisel gelişim kitapları ya da meditasyon dersleri ile “kendini keşfetmek” için bir başka yatırımı olan parasını hoyratça harcayabiliyordu. Dolayısıyla içe dönüş bile sosyal kişimizin kendi fikri sermayesi ile değil, parasıyla satın aldığı için kıymet verdiği başka bir tür mala dönüşüyordu.
Toplu yaşam ve çalışma düzeninin hızlıca değiştiği Covid-19 döneminde evden çalışma yöntem ve araçlarının yaygınlaşması iş ve çalışma koşullarının “fiziki mekâna” bağımlılığını sorgulatacak düzeye erişti. Devlet/özel kurumların çalışma ve üretim için fiziki buluşmalara ev sahipliği yapacak özel mekânlar (büyük binalar, okullar, devlet daireleri vb.) inşa etmesinin gerekliliği de sorgulanır oldu. Dijitalleşmenin doğuşu ve ilerleyişi ile birlikte önümüzdeki 50 yıl içinde tüm nesiller bu sürece adapte olacağından alışkın olduğumuz fiziki mekânlar giderek küçülecek ve belki de birçoğu yok olacak. Örneğin, dijitalleşmenin tamamen benimsenmesiyle birlikte muhtarlara zaman içinde gerek kalmayacaktır. Adres bilgileri, ikametgâh belgesi, nüfus işlemleri ile ilgili birçok belge dijital ortamdan elde edilebildiğinden muhtarlık artık sadece toplumsal bellekteki yeri üzerinden saygınlığını sürdüren, bu manada politik bir aygıta dönüşmesi çok müsait bir pozisyona sürüklenmiştir. Dolayısıyla dijitalleşen devletin kendisine ait eski kurum ve gelenekleri de bir şekilde dönüştürmesi ya da tamamen ortadan kaldırılması kaçınılmaz görünmektedir.
YÖK’ün uzaktan eğitimin yükseköğretim içindeki payını arttırma girişimleri de aslında Covid-19 salgını ile çok ilişkili değildir. Uzaktan eğitimi salgın bahanesiyle öğrenen ve geliştiren üniversiteler öğrencilerden de bu konuda ciddi bir eleştiri gelmediğini görünce konuya hız verdiler ve arka arkaya uzaktan eğitim merkezlerini açtılar. Uzaktan eğitim kendi içinde güçlükleri olsa da kolaylıkla adapte olunabilecek, verimliliği ve denetimi oldukça kolay ve etkili bir öğretim teknolojisi sunduğundan eğitim ekonomisi açısından da avantajlara sahiptir. Yüksek öğretimde mekâna bağımlılık giderek azaltılacak gibi görünüyor. Uygulama ağırlıklı birimlerde geleneksel öğretim teknikleri devam edecek gibi görünse de teorik alanlar uzaktan eğitime daha uygun olduğundan bu dönüşümün öncelikli sahaları olacak gibi. Kurumlardaki insan kalabalığını ve etkileşimini salgın döneminde azaltmak akıllıca bir hareket olsa da uzaktan eğitim ve çalışma sürecinin ekonomik getirilerinin olduğu da görüldü. Eğitimde her paydaşı aynı anda binaların içinde bir araya getirme anlayışı artık olsa olsa eski bir kurumsal aidiyet ve mesai/çalışma saati alışkanlığının bir uzantısıdır.
Mesai saati ise herkesin uymak zorunda kaldığı kamusal zamanın sınırları ve dişleri en sert dilimlerinden biri sadece artık. Dünyada elde edilmiş bilimsel, sanatsal, felsefi ürün toplamının ne kadarının mesai saati içinde üretildiği de şüphelidir. Mesai saati denen zaman dilimi aslında Foucault’çu dille söylersek denetim ve disiplinin bir aygıtıdır sadece. Hapishaneler, okullar, devlet kurumları mesai zamanı içinde kurarlar tüm hakimiyetlerini. Mesai saati bittiğinde ise özel hayat başlar. Günlük yaşam içinde zamanı mesai saati ve özel yaşam şeklinde sert şekilde ayıran bu anlayışın verimlilik kavramıyla pek işinin olmadığını görüyoruz. Birçok uluslararası şirket ve çalışanının dünyanın farklı bölgelerinde mesai saati olmadan, uzaktan çalışma yöntemleri ile neler ürettiğini, üretim ve toplantılarını online yürüttüklerini biliyoruz. Bu tür bir çalışma biçiminde insanlar bir günü mesai ve özel yaşam olarak sert şekilde ayırma gereği hissetmiyorlar. Dolayısıyla üretici zihinlerin prangası olan “çalışma” kavramı giderek mesai kavramından bağımsızlaşarak kendiliğinden, günlük yaşamın doğal akışı içinde bir üretim sürecine dönüşme olanağı yakalıyor. Bu noktada “çalışma” ve “çalıştırma” ifadelerinde kendini bulan fark öne çıkıyor. İnsanlar iç motivasyonları yüksek olduğunda çalışır ya da üretir. Çalışmak zorunda olduklarında ise esasen çalışmaz, çalıştırılırlar. Devletin her alanında çalışanların yüksek motivasyon ve kendiliğinden doğan bir istekle çalışmalarını beklemek anlamsız olsa da yüksek öğretim sahasında işi akademik üretim ve paylaşım olan kişilerden bu şevk ve motivasyon düzeyini ummak çok da hayal olmamalı. Yersiz-yurtsuz, mekânsız ve mesaisiz bir çalışma/üretme biçiminin yükseköğretim kurumlarında uygulanabilirliğinin teşvik edilmesi bir fırsattır ve doğrudur.
Orkestra ve koro gibi “bir araya gelme” kültürünün kaçınılmaz olduğu saha paydaşlarının ise teknolojinin olanakları ile bir araya gelmeye devam ettiğini görüyoruz. Kimi zaman icra kimi zaman da sohbet şeklinde gerçekleşen bu online toplantılar içerdikleri özlem, hasret ve sevgi temaları ile duygulandırsa da benim açımdan sadece bir gözlem olanağı oluyor. Örneğin, 10 tane müzikolog bir araya gelip hasret dolu toplantılar pek yapmadılar bu süreçte. Üretim süreçlerinde başkalarıyla bir araya gelme zorunluluğu olmayan besteciler de öyle. Yani, Covid-19 süreci ve karantina sosyal davranışlarımız üzerinde sanıldığı kadar etkili olmuş değil. Salgın öncesindeki üretim biçimlerine ait sosyal özellikler salgın sürecinde aynen korunmuş görünüyor. Yalnız üretim yapanlar öyle devam etti, ensembl geleneğe bağlı olanlar online da olsa bir araya gelme dürtülerine uydular. Dolayısıyla çalışma biçimlerimiz salgın döneminde sadece ufak bir senkop yaşadı diyebiliriz. Esas değişim dijitalleşmeyle birlikte bunun ekonomik yararını gören üst yapı kurumlarınca başlatılacak ve uzun bir süreye yayılacak. Devletler her alt biriminde dijitalleşerek eski alışkanlıkları alt üst edecekler. Bunu yapmazlarsa eski pahalı ve verimsiz yapılarını muhafaza ederek, uzaya roket gönderen ya da milyonlarca kişinin psikolojik profilini elinde tutan gücüyle özel sektörün yanında cılızlaşıp gidecekler. Black Mirror dizisinin son sezonunda işlendiği gibi. Suçlu hakkında veri toplamaya çalışan beceriksiz polis ve FBI zanlının analizini zaten elinde bulunduran sosyal medya çalışanın kibirli tavrı ile nahif şekilde itibarsızlaştırılıyordu. Bu örnek hayal değil elbette. SpaceX, Amazon, Apple, Facebook örnekleri dünya düzeninde devletlerin en güçlü yapılar olduğu inancını sarsıyor. Devletler de tüm yapıları ile dijitalleşerek bu yarışta var olmak zorunda. Yani konu Covid-19 ya da uzaktan eğitimin yararları vs. değil.
Sosyal medya ya da internet bağımlılığı denilerek mücadele edilen bu yeni “rahatsızlıklar” dehümanizasyon, transhumanity vs. terimler ile moral panik benzeri fikirleri yaymaya kalksa da….çok paradoksal. Sosyal medya bağımlılığı ile nasıl mücadele edilir videosunu sosyal medyada yayan uzmanlara bayılıyorum.