Organoloji konusunda yazılmış neyimiz varsa genelini kuru kalabalık olarak addedebiliriz ki bunları derinlemesine incelediğimizde çoğunluğu âdeta cehaletimizi yüzümüze vurur niteliktedir. Yazılanların geneli iyi niyetli olsa da ne ciddi bir emeğe, araştırmaya ne de herhangi bir bilimsel yaklaşıma dayanmaktadır. Yazanların önemli bir kısmının tek derdi sanki söz konusu çalgıların birer Türk çalgısı olduğunu zorunlu bir sorumlulukla ispat edebilmektir. Bütün kültür alanlarında varlığı hissedilen bu yazım biçimi/üslup, yazarın kendine bir tür rol/görev biçmesi, öyle sanıyoruz ki soğuk savaş dönemlerindeki eski dünyanın, insan bilinçaltında bıraktığı önyargılarla dolu bir tür aşağılık karmaşasından kaynaklanıyor. Konu hakkında yazmaya başladığımda değerli müzik adamı Kudsî Erguner’in sosyal medyada paylaştığı “Itrî ve Chopin” başlıklı güzel bir yazısına rastladım. “Büyük Itrî’nin segâh tekbirinin Bizans kilisesinin Fos İlarion ilahisinden kopyalandığını iddia edenlere” karşı (Eserlerin birbirleriyle ilgisi olmayan notalarını da yazısının başına koyan) Erguner, şu cevabı veriyordu, “eserlerin melodileri aynı bile olsa, iki farklı inançtaki insanların aynı nağme ile dua etmeleri o medeniyeti ancak yüceltir. Bin yılı aşkın bir süre beraber yaşadığımız Rumlarla, Ermenilerle, Yahudilerle paylaştığımız birçok şey gibi müzik zevkimizin de ortak oluşu normal değil mi? Bence normal olmayan, iki asırdır özümsemeye çalıştığımız Batı müziğinin etkisinden gurur duyup, binlerce yıllık bir ortak yaşam ve kültürden utanmamız.” Harika bir ders ve aforizma niteliğindeki yazısının devamında Erguner, şu tespiti de yapıyor “Bir medeniyet güzel olan her şeyi kendisine asimile edebilmesiyle (içselleştirmesiyle) hayat bulur. Ancak neyin güzel olduğuna karar vermek, devletin veya kendilerine yaşadıkları toplumu yüceltmek(!) gibi görev veren bazı kibirli kişilerin siyasal tercihlerine ait olmamalı.” Aynı konuda A. Muhtar Ataman, Musiki Tarihi adlı çalışmasında bakın konuya nasıl parmak basıyor, “Sanat bütün insanlığın ortak malıdır ve esasen yurdu yoktur. Bununla beraber ayrıntılarda çeşitli ırklara ve bölgelere göre bazı değişiklikler gösterir. Bölgelere göre aynı devrin müzik değerleri arasında bile yol ve üslûp farkları göze çarpar”.
Farklı çevrelerde savunulan ve zıtmış gibi görünen yani Erguner’in de değindiği gibi Batı kültürü ile övünüp kendi değerlerini aşağı gören ya da rastladığı her güzel kültür unsurunu Batı’ya karşı ille de kendine mal etmeye çalışan bilincin altında aynı karmaşık duygu yatıyor. Bu sağlıklı olmayan anlayıştaki öğretim kadrosu elinde yetişen bizim kuşak, bilimin ortaya çıkarttığı gerçeklerle, sıkı bir kroşeyle nakavt olan boksör gibi sıkça abandone olup durduk yıllarca. Geniş coğrafyalara yayılmış bir kültür unsurunu ille de bir topluma mal etmek, o topluma ne gibi üstünlük sağlayabilir(?) . Gerçekte bizim bizim diye dövündüğümüz değerlere kuru şoven duygularla mı yoksa her fırsatta onları ne kadar taşıyabildiğimizi sorgulayarak mı sahip çıkabiliriz (?). Bir değerin gerçekten kültürel zenginlik sayılabilmesi için onun yaygınlaştırılması, geliştirilmesi, gelişmesinin önünün açılması, onun toplumsal bir zarafete dönüştürülmesi yani onun gerçekten içselleştirilmesiyle olanaklı olabilir. Öyle sanıldığı gibi onu ilk icat eden olmak gerekmez bu gibi kuru/kibirli bir milliyetçilikle tarihe kayıt düşülemez, bu yolla sağlıklı bir külliyat da oluşturulamaz ancak çarpıtıldığı için kuramsal cari açığımız biraz daha sorunlu hale getirilmiş olur.
Düşünelim şimdi; üç-beş-on-yüz değil yüz yıllarca uzak duracaksın, sahip olduğun bir dünya kültürel zenginliğine bile zamanla yabancılaşacaksın, ayıp mı-günah mı diyenlere hık-mık, gak-guk diyeceksin hatta yasakmış gibi davranacaksın, sonra fark edeceksin ki el âlem aya, biz nereye(!) ; başlayacaksın o da bizim, şu da bizim, bu da bizim. Gelin, M. Ertuğrul Düzdağ’ın 16. Yüzyıl sosyal hayatını anlamak adına yayımladığı “Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi Fetvaları” adlı çalışmasından bir kaç mahkeme kararına bakalım. “995.Mes’ele: Tabl ü nakkârenin mücerred cihad için makâmât üzre ta’lim ve ta’allümü şer’an câiz olur mu?/Elcevap: Aslâ gayrı garaz muhâlit etmeyicek makâmât üzre ta’allüm lâzım olmaz.” Sanırız zavallı Mehteran şefi, davul/nakkarenin makamsal eğitim ve öğretiminin yalnızca cihat için yapıldığını anlatmaya çalışsa da çabası boşuna olmuş. “997.Mes’ele: Mahall-i fıskta çalgı çalan Zeydin çalgı âletini, Amir-i sâlih vurup paralarsa ne lâzım olur?/Elcevap: Sevâb-ı azîm ile müsâb olur – bi-fazillâhi aze ve celle – âleti habîsenin ağaçlığı hâlinde kıymetin vermek dahi lâzım olmaz.” Bu kararda zavallı Zeyid’cik yediği azara mı, parçalanan çalgısına mı üzülsün yoksa doğru yoldaki kişi olarak tanımlanan, kendisini çalgısıyla birlikte paralayan zorbanın sevap kazanmasına neden olduğu için sevinmeli mi(?), mağdur zeyid’in şaşkınlık derecesini düşünebiliyor musunuz? Şayet çalgı ağaç değil de metal olsaydı karar nasıl çıkardı(?), tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. “999.Mes’ele: Bir hâtun sâzende 0lup, kimi kendinin ve kimi âharın cariyelerine saz ta’lîm eylerse, kimse ile kavgası olamasa, mücerred ta’lîm etmekle mahallesi halkı mezbureyi mahalleden ihrâca kâdir olur mu?/Elcevap: Şer’le Kâdirlerdir”. Benzer karar ve uygulamaları çokça arttırmaya gerek yoktur, Cumhuriyet yıllarına kadar çalgı ile uğraşan gayri Müslüm ise bir bakıma şanslıdır, Müslüm iseler vay hallerine(!) . Bakın bu durumda bir başka mahkemeden karar nasıl çıkıyor; 998.Mes’ele: Zeyid-i müslim çalıcı olup, kefereye kopuz çalıverse, ana ne lâzım olur?/Elcevap: Tâ’zîr-i şedîd ve habs ile zecr lâzımdır.” Bugün, müzik çevrelerimizin eski el yazmalarımızda geçen birçok çalgının nasıl bir şey olduğuna dair fikirleri bile yoktur, çok ciddi kariyer sahibi müzik adamlarımız da buna dâhildir. Bu kopuşun/yabancılaşmanın nedeni ne yazık ki bu çağda hâlâ pek az kişi tarafından dillendirilen önyargılarla dolu, dini eksenli geleneksel yaşam tarzımızdır. Oysa İslâm dininin temelini oluşturan Kuran-ı Kerim’de ne çalgılara, ne müziğe ne de sanata dair en küçük bir men ediş yoktur. Müzik ve çalgılara karşı bu soğuk duruş dünyanın farklı bölgelerinde ve kültürlerinde zaman zaman görülmüştür. Batıda bu despotik yapı Rönesans’ın etkisiyle tamamen kırılıp yok olmuştur ancak bizde Cumhuriyetle birlikte önemli bir değişime uğramasına rağmen, söz konusu olumsuz değer yargıları toplumsal psikolojiden/hafızadan tamamen silinememiştir. Bugün hâlâ Konya’da müzik sever bir iş adamının evinde 2-3 tane ut olduğunu görebiliyoruz. Hatta güzel ve daha iyisini bulursa paradan kaçınmadan, 4.yü hatta 5.yi de satın aldığını görüyoruz. Ancak ne yazık ki en yakınları dışında bu adamın ut çaldığını ne duyan ne gören ne de bilen vardır; çünkü bu uğraşını sanki bir kusuruymuş gibi özenle saklar. Haldun Menemencioğlu, 12 Yıl TRT Ankara radyosunda korist olarak çalıştıktan sonra, uzun yıllar İstanbul radyosunda kemençeci olarak çalışmaya devam etmiştir. Ellinin üzerinde eser besteleyen bu müzik adamını sevenleri yıllar yılı neden uydurma bir isim olan Halûk Recai olarak bilmişlerdir? Rize’nin ünlü tulumcularından Remzi Bekâr, hayatını anlattığı konuşmasına bakın nasıl başlıyor; “Tulum çalmaya ilkokulda başladım(1948), köyümüzde çalgı çalmak ayıp ve günah sayılırdı. Köyümüzün ağa ve büyükleri bunu hoş karşılamadıkları için tulum çalanlar ve öğrenenler bunu hep gizli gizli yapıyorlardı”. Bir folklor aşığı ve araştırmacısı İhsan Topaloğlu hazırladığı “Rize Folklorunda Tulum Horon ve Düğünler” adlı kitabını ancak Diyanet İşleri Başkanlığından ve Trabzon İl Müftülüğünden aldığı “dinen bir sakınca yoktur” şeklindeki görüş yazılarından sonra yayımlamıştır(2005). Bu konuda sayısız yazılı ve sözlü belge var elimizde hatta halk arasında pek mutebermiş gibi dilden dile dolaşan çalgılı çengili saçma sapan (sözüm ona) atasözlerimiz de vardır.
Dünya kültürüne katkı yapmak istiyorsak öncelikle toplumsal hafızamızı bilim zeminine oturtarak ciddi bir özeleştiri süzgecinden geçirmeliyiz. Geçmiş günahlarını açık yüreklilikle itiraf edemeyenler, onlarla yüzleşemez, gereken dersleri çıkartamaz dolayısıyla toplumsal hafıza arınıp temizlenemez. Aksi durumda daha uzun yıllar boyunca sosyal bilimler zemininde, bilim yapıyoruz diye debelenip dururuz. Ömrünün büyük kısmını organoloji alanlarında çalışarak geçirmiş biri olarak şunu kesin olarak söyleyebilirim ki; yeryüzünde bulunan herhangi bir çalgının bir ulusa, halka ya da herhangi bir topluluğa mal olabilmesi için ile de onu bulan/icat eden olmak gerekmez. O çalgının belirgin bir yatay/dikey yaygınlıkta 5-6 kuşak/nesil boyunca tarih sahnesinde sergilenmesi yeterlidir. Çünkü bu en az yüz küsur yıllık bir tarihi sürecin öyküsüdür; kültürel varlıkların ömürleri bakımından genç bir tarihçe sayılsa bile insan ömrü bakımından yeterli bir hak edişi rahatlıkla sağlar.
Organoloji sözcüğünün doğuşu ve günümüzdeki anlam formuna ulaşması yani tarihsel kökeni (etimolojisi) nesnel bir etki-tepki mücadelesinin de tarihçesini oluşturur. Bu süreci kendi doğal mecrası içerisinde görmeye çalışırsak ne olduğu/olmadığı, borulu orgların bilimi mi yoksa tüm çalgıların filimi mi gibi sığ tartışmalar kendiliğinden gündemden düşer. Ortaçağın ortalarında hatta ortalarından sonra bütün çağ boyunca, bugünkü Avrupa sınırları daha hayâl bile edilemezken org denilince bugünkü anlamıyla çalgı, çalgı denildiğinde de o çağdaki anlamıyla org anlaşılıyordu. O günkü koşullarda sosyal hayat tam anlamıyla kilisenin egemenliği altında şekillenip yaşanıyordu. Org dışındaki bütün çalgılar, “çok tanrılı dinlere aittir” gerekçesiyle kilise tarafından ya yasaklanmış ya da yasakmış gibi işlem görüyordu. Gerçekten de o günün çalgılarına baktığımızda darbuka/bongo vb. çalgılar Afrika’dan, davul/def benzerleri Uzak Asya’dan, klasik akustik çalgıların öncüleri olan uzun saplı telliler ise kutsal topraklardan ancak bütün semavi dinlerden de kıdemli bir tarihçeye sahip olduğundan yine çok tanrılı dinlerden gelmekteydi. Bu yasakçı anlayış/zihniyet, geniş halk kitleleri arasında etkisi yüzyıllarca devam eden bir yığın dini ön yargıya neden olmuştur. İçinden yaylı bir çalgı çıkan bastonu ya da tabure şeklinde yapılmış bir ritim çalgısını başka türlü nasıl açıklayabiliriz. Yasakçı dönemlerde yalnızca egemen/dini çevrelerde kabul görebilen çalgılar rahatça yükselip yayılabilmişlerdir. Bu çalgılar kimi zaman âdeta kutlu sayılmış ve tarihlerinde birçok mitolojik anı biriktirmiştir. Org bu türden bir çalgıdır, onun sesi çoğu zaman Tanrının kutsi sesi olarak addedilmiştir. Tüm İslâm âleminde dokunulmazlığı olan biricik çalgı def, Alevilerin bağlaması, Mevlevilerin Kudüm-ü şerifi/neyi bu anlamda altı çizilecek çalgılardandır. Zamanımızda en genel geçerli anlamıyla çalgıyı “müzik yapmak için kullanılan bütün aletler” biçiminde tanımlıyoruz. İşte bu aletlerin sayısını artık tam olarak saptamak neredeyse olanaksızdır. Çalgı yelpazesinin henüz bu kadar büyüyüp genişlemediği eski tarihsel dönemlerde öyle çalgılar vardır ki bunlar, bulundukları devirlere/kültürlere damgalarını vurmuşlardır. Örneğin; kopuz/komuz ve rûbab/rebap bu türden güçlü çalgılardır. Bu çalgılar şimdiki zamanda telaffuz edildiğinde herkesin kafasında ayrı bir çalgı şekli canlanır, bunun nedeni bu çalgıların yayılıp popüler oldukları coğrafyalarda artık anlamca genişlemiş, zikriyle anlatılmak istenen şey müzik yapılan alet olmuştur. Yani kopuz artık çalgı demektir. Örneğin; Tevfik Fikret’in “Rübab-ı Şikeste”si günümüz Türkçesine dönüştürüldüğünde, “kırk çalgı” ya da (söz konusu çalgının uzun saplı ve telli oluşundan) “kırık saz” olarak ifade edilir, buradaki rebap, gümümüzde derili/yaylı olarak bilinen rebap değil, çalgı anlamında kullanılmıştır. Lut çalgısı da yayıldığı tarihsel dönem ve coğrafyaya böylesi bir damga vurmuştur. Bunun içindir ki özellikle Güney Avrupa’da çalgı yapımcısı anlamına gelen “lutiyer” sözcüğü “lut” çalgısından türetilmiştir. A.M. Ataman’a göre Eski Helen’in tek ve biricik öz malı olan lir de böylesi güçlü bir çalgıdır. Yunanlıların sonradan tanıştıklarını düşündüğümüz ve günümüzde bizim kemençe dediğimiz çalgılara lira adını vermeleri yine anlatmaya çalıştığımız bu tarihi silsileye/mantığa dayanır. Org da yatay ve dikey olarak yükselip zirveye ulaştığı dönemlerde çağına öyle bir damga vurmuştur ki bu damga onu çağlar ötesine taşımıştır. Bu sebepledir ki çalgıların bilimini ifade eden sözcüğün orgdan türetilmesi pek doğaldır. Şayet sözcüğü ille de Türkçeleştirmek gibi bir derdimiz varsa Organoloji yerine kesinlikle Çalgıbilim diyebiliriz ki çalgıbilim, anlam ve kapsam noktasında organoloji sözcüğünden çok daha güçlü bir kavramdır. Diğer taraftan bizim muhafazakâr çevrelerimizde çalgı sözcüğünden hâlâ öcüden kaçar gibi kaçılmaktadır. Çalgı yerine ısrarla müzik aleti, enstrüman, saz hatta saz aleti, gibi bilim dışı zorlama sözler kullanılmaktadır. Bu konuyu yıllar önce “Müzik Aleti mi, Enstrüman mı, Saz mı, Çalgı mı” Başlığıyla yazmıştık, o nedenle üzerinde tekrar durmayacağız ( http://www.musikidergisi.net/?p=1472).
Organolojinin tarihi kökenleri yani bir bilim dalı olarak doğuşu 1600’lere kadar götürülmektedir. Doğal olarak bilimin oluşum döneminde çalgıların kökenleri, özellikle antik çağ çalgıları büyük merak uyandırıyordu. Genel olarak bu bilim dalına bir sistematik bilimi şeklinde yaklaşılmıştır; “kıdem derinliğine göre çalgıların sınıflandırılmasının bilimi”. Konuya bu açıdan bakıldığında, örneğin Ahmet Say’ın Müzik Ansiklopedisine göre; “İlk çağda Çinliler ve Hintliler, orta çağda Araplar, çalgıları sınıflandıran çalışmalar yapmışlardır. Ancak bu sınıflandırmanın ve adlandırmanın daha bilimsel yaklaşımını 16. Yüzyılda Virdung ve Martin Agricole gerçekleştirmiştir. 17. Yüzyılda Praetorius ve Mersenne bu çalışmaları geliştirdi” denmektedir. Bu tarihçe içerisinde çalgılar iki temel grupta sınıflandırılır, “birinci tür çalgılarda birer oyuk vardır. Bu oyuğun içindeki hava üfleme yoluyla titreşim oluştur. İkinci tür ise sert bir cisimden yapılmıştır. Vurma, sürtme ve parmakla çekme gibi yollarla bunlardan ses elde edilir.” Sistematik bu iki sınıf altında şubeler ile detaylandırılır. Say’ın ansiklopedisinde konu günümüze taşındığında da geleneksel sınıflandırmaya uyulduğuna vurgu yapılarak çalgıların beş ana başlık altında geleneksel tasnife göre yeniden incelenmiş görünüyor. Bu başlıklar şu biçimde verilmiştir; “1) Telli çalgılar. 2) Üflemeli çalgılar. 3) Vurmalı çalgılar. 4) Kendiliğinden ses veren çalgılar (çan vs.). 5) Transpozeli (aktarımlı) çalgılar.” Telli çalgılar 3’e, üflemeli çalgılar 4’e, vurmalı çalgılar ise ses yüksekliği belirli ya da belirsiz (derili çalgılar) şeklinde tasnif (gruplama) yapılmıştır. Organolojinin yöntemleri gibi verilen bu ve benzeri metinlerde ciddi kargaşa ve tutarsızlıklar ile terim ve isimlendirme hataları yapılmaktadır. Örneğin; bu küçücük metinde bile sayısız hata çıkartılabilir; beşinci ana grup çalgılarının adı transpozeli (aktarımlı) çalgılardır yani piyano, klavsen, santur, kanun gibi telleri el ile boğularak kısaltılamayan çalgılar kastedilir. Bir başka söylemle kromatik olarak büyüyüp küçülebilen ancak tel boyları her daim sabit olan çalgılar, aktarımlı çalgılar olarak tanımlanmıştır. Ancak “keman, kemençe, kemane ya da ut ve yahut da ney, kaval, klarnette her hangi bir ezgi ya[Mh1] da eser çalındığı yerden bir başka perdeye aktarılamaz mı(?)” derse sokaktaki adam(!), iskambilden bir kule gibi çökmez mi bu tasnif biçimi(?).
Benzer hataları organolojinin öncüleri olarak görülen ve tarih içerisinde haklı yerlerini almış önemli müzik/bilim adamlarının çalışmalarında da görmekteyiz. Anti parentez, söz konusu hatalara bu adamların hataları değil de onları yorumlayanların hataları demek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Örneğin tarihi itibarıyla en önemli gruplamayı yapan öncülerden biri Sabastian Virdung dur (1465-1511, Musica getutscht un angezogen). Virdung, çalgıları (33 çalgıyı 13+16+4 biçiminde) üç farklı grupta şema etmiştir. Dizeleri olan aletler ya da telli çalgılar adını verdiği grubu dört alt başlık; klavyeliler, perdeliler, telleri kısaltılamayanlar (yani santur/zithern gibi çalgılar kastedilmektedir) ve perdesiz üç telliler şeklinde düzenlemiştir. İkinci gruba üflemeli çalgılar adını vermiş, alt başlıklarını ise insan nefesiyle çalınanlar, sap delikleri olanlar ve olmayanlar, körüklüler (yani orglar kastedilerek) grup tamamlanmıştır. Üçüncü ana başlık ritim çalgılara ayrılmış, çan, timpan, paunkn gibi metal çalgılar ile bir çeşit davul diyebileceğimiz trommein/trommelinin sıralandığı dört çalgıdan oluşur. Klavye ya da tuş/tuşe parmak basılan yer demektir, sözcüğün etimolojisi düşünüldüğünde 15.yüzyılda klavye sözcüğünün bu günkü kadar geniş anlamları kapsamadığı anlaşılıyor. Çünkü Virdung, klavyeliler olarak clavicymbalum, clavicord, hapcicord ve virginual gibi yalnızca piyanonun öncüleri diyebileceğimiz çalgıları bu başlık altında vermiştir. Diğer taraftan dikkat edilirse Virdung’un telli çalgılar başlığı altında topladığı bütün gruplarda ana eksen/kıstas çalgıların perdelerinin mevcut duruş/bulunuş biçimlerine dayanmaktadır. Bütün insan kültürü içerisinde hangi ses ya da müzik sistemi üzerinde olursa olsun, “perdenin” en genel anlamda tanımını; herhangi bir ezgiyi/eseri oluşturan “seslerin” her biri şeklinde yaparız. O halde vurmalı çalgıları bir kenara koyarsak, çalgı üzerinde nota yeri özel olarak belirlenmemiş olsa da hangi çalgıyı perdesiz diye niteleyebiliriz(?) derse yine sokaktaki adam, ona ne deriz(?), sistematik yine iskambilden kule gibi çökmez mi(?) .
Örnek olarak verdiğimiz bu tarihi devirlere ait çalgı sınıflandırmalarını veya benzeri örnekleri inceledikten sonra bunları organolojinin bilimsel tasnifleri şeklinde değerlendirmek çok da isabetli bir yargı değildir. İster organoloji ister müzikoloji isterse başkaca hangi bilim dalı üzerinden bakılırsa bakılsın yargı yine de doğru bir yargı olmayacaktır. Elbette ki bu bilim dallarının tek yetkili temsilcisi biz değiliz ancak yaklaşım biçimi/yöntemi/metodu bilimsel değildir. O halde günümüzde Virdung’un yaptığı tasnifi organoloji tasnifi değil de Virdung’un müziğini yaparken kullandığı çalgılar veya o tarihi devrin etkin/güncel çalgıları şeklinde değerlendirmek çok daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Bunları belki de/ya da organolojinin erken dönem çalgı tasnifleri şeklinde değerlendirmek gerekir. Aksi durumda örnekleri üzerinde anlatmaya çalıştığımız gibi bu müzik ya da bilim adamlarını bir taraftan organolojinin öncüleri diye şereflendirirken diğer taraftan da hiçbir suyun selin yıkayıp götüremeyeceği kadar büyük hataları ve sonucunda günahları bu insanların sırtına yüklemiş oluruz. Çünkü organoloji açısından baktığımızda bu tasniflerde ciddi çelişik/kaotik durumlar ve hatalar vardır. Say’ın müzik ansiklopedisine dönecek olursak, çalgılar çelişik biçimde beş büyük başlık ile sıralanır. Oysa Organoloji tasnifleri en genel biçimiyle kıdem derinlikleri önce dikey yapı gözetilerek yapılmalı. Buna göre temel sınıflama; vurmalı çalgılar, üflemeli çalgılar, telli çalgılar şeklinde yapılmalıdır. Piyano aktarım konusunda ne kadar avantajlı olursa olsun onun sistematik içerisinde nereye yerleştirileceğini çok daha önemli ve temel özelliği olan telli çalgı oluşu belirler.
Bilimsel tasniflemelerde grup aidiyet özellikleri en temel bazı kıstaslara göre yapılır. Bu esaslar ise başka sanat veya bilim disiplinleri ile çelişmemelidir/çelişemezler. Bu noktada dil, bütün bilim/sanat disiplinlerinin bağımlı kuramsal/eğitsel ulamıdır. Disiplinler terminolojilerini oluştururken şüphesiz ki dilden bağımsız tutulamazlar. Farklı disiplinler aynı sorunsalı çok farklı metotlarla inceleyebilirler ancak vardıkları sonuçları ifade ederken aralarındaki en büyük fark en fazla anlamdaş kelimelerle formüle edilebilir. Terimlerin tespiti ve tanımlanması tam bir uzmanlık işidir. Kimi zaman sözcükler terimi tam olarak karşılamayabilir veya terimler sadece sözcüklerden oluşmayabilir. Terimler, soyut kuramsal semboller ya da formüller ile de ifade edilebilir. Bu dağar bir işin/eylemin/kavramın doğru biçimde arşivlenmesinden başka bir şey değildir. Terminoloji, ilgili sanat/bilim, meslek ya da uğraş dalının eğitim/öğretimini, iletişimini kolaylaştırır, eğitsel süreçleri kısaltır ve aynı zeminde aynı dili konuşmamızı sağlar. Pozitif bilimler sosyal bilimlere oranla terminolojilerini yoruma açık olmayan son derece net ve kesin biçimde ifade edilebilen sözcüklerle/kavramlarla oluştururlar. Örneğin müzik adamlarının uzun/kısa saplı lutlar, perdeleri uzamayan/kısalmayan/aktarımlı çalgılar, ittirmeli/çektirmeli vs. isimlerle tasnifleme yaptıkları çalgıların tamamına fizikçiler ses kaynağı tel olan çalgılar der geçer. Yine bizim üflemeli/nefesli, gövdesi parmakla kapatılan/kapatılmayan körüklü, ağaç/metal vs. kavramlarla ifade etmeye çalıştığımız bütün çalgıların en temel ve biricik aidiyetlik özelliğinden dolayı fizikçiler ses veren borular/borulular der. Hangi alanda çalışıyor olursak olalım kullandığımız veya ürettiğimiz terminoloji, anlattığımız veya kurguladığımız sistematik, ortak çalışma alanlarına sahip diğer sanat/bilim disiplinleriyle çelişen değil anlaşan bir yol izlemelidir.
Her ne kadar yüzyıllar ötesine götürülmeye çalışılsa da çalgı bilim, müziğin bir alt birimi olarak 19.yüzyılda doğmuş, oldukça genç bir tarihçenin öyküsüdür. Gerek dünyada gerekse ülkemizde çalışma alanları alabildiğine el değmemiş ve her türlü araştırmaya muhtaçtır. Bu serüvenin günümüze uzanan sürecin tamamına çalgı bilimin emekleme dönemi diyebiliriz. 20. Yüzyılın ortalarına kadar son zamanların moda söylemiyle klasik organoloji, dünyamızın farklı kültür bölgelerindeki çalgıların derlenmesi, karşılaştırılması ve sınıflandırılması ile uğraşmıştır. M. J. Kartomi de bunun altını kalınca renkli bir çizgiyle çizmiştir. Nicholas Bessaraboff ise çalgılarla ilgili çalışmaların müziğin dışında ele alınarak incelenmesi gerektiğine vurgu yapmış, çalgı bilimi (organoloji) terimini dikkat çekici biçimde kullanmıştır. Henüz dünyada sağlam müstakil bir kürsüsü bulunmayan çalgı biliminin yakınlıkduyarlarını/çalışanlarını genellikle müzikçiler, müzikologlar ve etnomüzikologlar oluşturmaktadır. Alanın bakir yapısı kolay yoldan akademik kariyer peşindeki birçok mastır/doktora çalışanını çekmektedir. Bu durum ise Çalgı bilimin köken ve sınıflandırma alanına sıkışıp kalmasına neden olmuştur. Etnomüzikolog S. Carole DeVale de organolojinin sadece çalgıların bilimi olduğuna vurgu yaparken bu sıkışıklığın farkına varmış olsa gerek ki çalgı bilimi “sınıflandırıcı organoloji, analitik organoloji ve uygulamalı organoloji” biçiminde üçe ayırmıştır. İlk bakışta güzel bir yaklaşım olarak görünen bu şık başlıkların altları doldurulduğunda yani çalışma alanları belirlendiğinde birçok çelişik durumun varlığı göze batar. Çünkü sayılan bu alanların sadece birinde (diğer alanlara girmeden) çalışabilmek neredeyse olanaksızdır. Özellikle uygulamalı ve analitik tabir edilen başlıkların çalışma alanları tam bir kaotik durumu özetler. Analitik organolojinin çalışma alanına girdiği söylenen organolojiye katkı yapan bilim/sanat adamlarının hayatı ve katkıları konusu ise olsa olsa organolojinin tarihine girer. Bizim ülkemizde “organoloji” başlığı altında yapılan çalışmalara bakacak olursak, bunların da birer alan kaynakça dizininden öteye gidemediği görülür.
Bilim ya da sanat disiplinleri nasıl oluşur? Bir başka söylemle bilim ya da sanat dallarına neden ihtiyaç duyulur? Hiç şüphesiz her disiplinin kendine özgü nesnel tarihi bir gelişim süreci/öyküsü vardır. Çalgıların yeryüzünde ilk ortaya çıkıp da günümüze kadar ulaşmasının serüvenleri ile sınıflandırılma konularını bir tarafta tutarsak, “çalgıları geliştiren etmen ya da etmenler nelerdir” diye sorduğumuzda(?) ki bu soru çalgı biliminin en temel sorunsalını oluşturur. Nesnel tarihi süreç geliştirici etmen olarak birçok başlığa vurgu yapsa da müzik, müzikteki ihtiyaçlar en temel etmen olarak karşımıza çıkar. Bu nesnel süreci tek tek her çalgının tarihi serüveni içerisinde net olarak görebiliriz. Örneğin; modern keman icrasının öncüsü kabul edilen Arcangelo Corelli, zamanının en önemli virtüözlerinden biridir ve kendisini tatmin etmeyen zamanın çalgılarını eleştirirken hayal edebildiklerini “dinamik, kıvılcımlı, patlayan” sesler isteğiyle ifade ediyordu. Çünkü devrin bağırsak telli pest sesli çalgıları virtüözleri tatmin etmiyordu, virtüözlerin bu ve benzeri talepleri ise çelik tellere geçilmesini dolayısıyla çalgıların yapımlarında yeni mühendislik tekniklerinin bulunmasını sağlamıştır. Corelli’nin bu arzusu, her zaman her virtüözün içinde yatan ve çılgınca çekiciliği olan bir arzudur. İşte müzikteki bu talepler yüzyıllar boyu çalgıları geliştiren temel etmen olmuştur. İşte bu gelişim biçimini veya tersine yani taleplerin azalmasıyla bazı çalgıların gözden düşüşünü hemen her çalgı üzerinde görebiliriz. Genel bir başka özetle, insan kültüründe müzik diye bir olgu olmasaydı çalgı diye bir nesneden de söz edemezdik.
Buraya kadar çalgıların gelişim sürecini kendi doğal mecrası içerisinde görmeye çalışırken, bu sürece (içinde iradi çabalar bulunsa da) nesnel (objektif) tarihi süreç adını verebiliriz. Günümüzde ise çalgıların gelişimi ya da geliştirilmesi sorunsalına yalnızca nesnel koşullara dayanarak bakmak büyük hata olur. Çünkü günümüzde çalgı yapımcıları da (lutiyeler de) en az virtüözler kadar hatta onlardan daha fazla çalgıların geliştirilmesinde rol oynamaktadır. Bu nedenle çalgıların geliştirilmesi konusu artık öznel bir mecrada da ilerler ki baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojinin bu sorunsalın motor gücünü oluşturur. Teknoloji olanakları kullanılmadan artık yüzlerce çalgı türünü üretmek neredeyse olanaksız hale gelmiştir.
Çalgı bilimin; Carole DeVale’nin “sınıflandırıcı organoloji”, bizim organolojinin emekleme dönemi olarak nitelediğimiz, “klasik (kuramsal) organoloji” kısmı özelikle antik çağdan günümüze çalgıların serüvenini inceleyen, sınıflandıran çalışmalarla doludur. Curt Sachs, “çalgıların tarihi” adlı zengin ve temel kuramsal kaynağını oluşturarak bu alanın yol açıcısı olmuştur. Alanın toparlayıcısı ise yine çok değerli, “Çalgıların Kavramları ve Sınıflandırılması” adlı çalışmasıyla M. J. Kartomi olmuştur. Bu alanda daha birçok değerli öncü bilim/sanat insanını ve çalışmalarını sayabiliriz ancak yazımızı kimilerinin yaptığı gibi bir alan/dizin çalışmasına dönüştürmek istemiyoruz. Esasen konu bu yönüyle niteliksel olarak zayıf olmasına rağmen niceliksel olarak oldukça büyük/devâsa bir külliyatı oluşturur. Bu bakımdan organoloji adı altında yapılan çalışmalardansa organolojinin (kuru bir milliyetçiliğe dayansa da) doğal kaynakları bizim için çok daha değerlidir. Söz gelimi; sırf süreli yayınlarda çıkmış (yayını devam etmeyenler de dâhil), konusu yalnızca çalgılar olan yüzlerce yazı veya yazı dizisi tarafımızdan toplanarak arşivlenmiştir. Çalgıların kökeni, kıdemi, proto-tipi/ilkliği, türevleri, yayılımı/göçleri vb. konular söz konusu olduğunda sorun göbeğinden tarih, arkeoloji, antropoloji, müzikoloji, etnoloji/etnomüzikoloji hatta edebiyat ve mitoloji gibi sosyal bilimlere bağımlı kalmaktadır. Söz konusu alanlarda, bizim pek alışık olmadığımız ortak çalışmaların yapılması çalgı biliminin kuramsal arşivine sayısız katkılar sağlayacaktır.
Çalgı bilimin uygulama alanları dendiğinde (Ulusal ya da Uluslar arsı) tüm çalgı yapım/yapımcılığı dünyasını kastediyoruz demektir. Bu da yeryüzündeki her bir lutiye’nin atölyesi demektir, başka bir söylemle nerede bir lutiye tezgâhı/atölyesi varsa orası Çalgı Bbiliminin uygulama alanıdır. DeVale’nin analitik ve uygulamalı şeklinde ayırdığı ki bizce gereksiz ve tutmayacak bir bölümlemedir. Çünkü “analitik” başlığı altında verdiği çalışma başlıklarının bir kısmı (çalgıların ortaya çıkışı-gelişmesi gibi konular) kendisinin deyimiyle sınıflandırıcı organolojiye girer. Çalgıların akustik analizleri, ses/tını konuları ise uygulama alanında incelenebilir ki daha çok yapım konularıdır. Çalgı bilimi, uygulama alanlarındaki çalışmalarını sosyal bilimlerden çok pozitif bilimlerle işbirliği yaparak yürütür. Bunların beli başlıları matematik, fizik özelde akustiktir. Çalgı akustiğine girdiğimizde, laboratuvar ortamlarında sonuçları henüz kesin biçimde teşhis edilememiş binlerce soru çıkar karşımıza. Sanayi alanındaki teknoloji gelişmeleri ise bu uygulama ayağının bağımlı ulamını oluşturur. En az akustik kadar önemli bir diğer alan ise xyloloji (siloloji)/odun bilimidir ki özelde odun anatomisi (odun iç morfolojisi) ve teknolojisi konularını içerir. Genellikle “klasik akustik çalgılar” terimi ile ifade ettiğimiz tüm çalgıların ana malzemesini hatta tamamını “odun” oluşturur. Odun bilimi ve teknolojisi konuları, çalgı bilimi uygulamaları bakımından son derece hayati öneme sahiptir. Bu yakıcı bilgi ihtiyaçlarına rağmen ne yazık ki bu alanlarda gerek ülkemizde gerekse dünyada henüz arzu edilen çalışmalar ve iş birlikleri yok denecek kadar azdır ve/veya yok gibidir. (Bilimsel zeminde “ağaç”; güncel/magazinsel bir söylem olduğundan, “ağaç”, çalgı ile anıldığında odun sözcüğü ile ifade edilmelidir. Gebib. Çalgılara Can Veren Ağaçlar). http://www.musikidergisi.net/?p=1140
Çalgı biliminin kuramsal birikimleri dünyada henüz oluşurken onun örnek gösterilecek en güzel “eğitsel pratiği” bir müzede gerçekleşmiştir. Şimdi Musical İnstruments Museum (MİM) adıyla bilinen ilk çalgı müzesi 1877 yılında Belçika da, lutiye Victor Charles Mahillon (1841-1924) tarafından kurulmuştur. Mahillon, hem kuramsal hem de uygulama çalışmalarıyla çalgı bilimin en önemli öncülerinin başında gelir, küratörlüğü süresince 1500 civarında çalgı toplamış, tamamlamış, tanımlamış ve üretmiştir. 1900 Ortalarında E.V. Hombostel ve Curt Sachs tarafından geliştirilen ve bu gün hala çalgı bilimin temel kaynakları olarak kabul gören sınıflandırma çalışmaları, büyük ölçüde Mahillon ve Brian Greene’nin oluşturduğu kuramsal birikimin üzerinde yükselmiştir. Mahillon’un kurduğu MİM aynı zamanda çalgı biliminin ilk resmi kurumu ve temsilcisidir. MİM’in bu özelliğinden çok daha önemli olan başka bir özelliği vardır ki o da; özellikle gençlere ve öğrencilere, çalgıların tarihini, gelişimini, yapımını ve çalınmasını öğretmeyi amaçlamasıdır. Bu özelliği onun donuk/durağan/statükocu müze anlayışından tamamen uzaklaşarak, toplumu ile güçlü bağlar kuran, yaşayan canlı bir müze haline gelmesini sağlamıştır. Müzenin bu eğitsel rolü onu tam anlamıyla bilim/sanat merkezine dönüştürmüştür. MİM’in çalışmaları toplumda yaygın bazı önyargıları da değiştirmiştir. Örneğin; çalgıların yalnızca usta atölyelerinde üretilebilecek ticari metalar olmadığını, onların çalınması gibi yapımlarının da toplumun her yaş gruplarıyla eğitsel ve son derece keyifli biçimde öğrenilebileceğini göstermiştir. Söz konusu çalışmalar, alanlarında yetkin insanlarla, daha üst seviyeden yürütüldüğünde ise bunlar ar-ge niteliği kazanarak merkezin saygınlığını arttırmaktadır. Bu paragraftan da anlaşılacağı üzere çalgı bilimin hem kuramsal hem de uygulama çalışmalarını yürütüp, güçlendirip, zenginleştirebileceği merkez birimlerden biri de müzelerdir. (Ülkemizdeki çalgı müzesi konusu hakkında Gebib. http://www.musikidergisi.com/yazar-372-)
Çalgı Bilimin gelişebileceği çalışma birimlerinin başında Üniversitelerde kurulan Çalgı Yapım ve Onarım Bölümleri ile yine üniversitelerde kurulabilecek Araştırma Uygulama Merkezleri gelir. Gerek idari gerek mali bakımdan kuruluş amaçlarına en etkin/yetkin ve akıcı biçimde yönelebilmesi noktasında Araştırma Uygulama Merkezlerinin Enstitü niteliğinde kurulması çok daha isabetli olacaktır. Özellikle idari ve hukuki yapıları bakımından Enstitüler, gerek sanayi gerekse ortak çalışma alanlarına sahip tüm sanat ve bilim kuruluşlarıyla (emsal birimlerine oranla) çok daha özgür, etkin ve kolay işbirlikleri geliştirebilmekteler. Ancak ne yazık ki ülkemiz üniversitelerinde henüz Çalgı Bilimi alanında kurulmuş bir enstitü yoktur ve yakın bir gelecekte de olacak gibi görünmüyor. Kurulmuş ve devam eden Çalgı Yapım ve Onarım Bölümlerinde ise henüz bu bilinç oluşmamıştır. Çalgı Yapım bölümlerinin mevcut yapıları; piyasa ustalarıyla boy ölçüşmekten öteye gidebilmiş değildir. Ülkemizde çalgı yapımcılığı, üniversite çatısı altına girebilmiş ancak yürüttüğü çalışmaları bakımından bırakın bir bilimi dalı kurmak, nitelik olarak geleneksel yapımcılık kabuğunu henüz kırabilmiş değildir. Mevcut yapısını geliştiremediği takdirde, varlığı da ulusal kaynakların boşa israf edilmesinden başka bir şey değildir. Çünkü bu bölümlerin sayıca 50-100 tane daha çalgı üretmesi ülkemiz kültür sanat hayatına ne gibi katkılar sağlayabilir ki?
Ülkemizde Çalgı Yapımcılığı, resmi kurumsal birimler içerisinde sanatsal, bilimsel ve eğitsel alanların tümünde müzikçilerin egemenliği altındadır. Bu bilim ya da sanat dalları söz konusu kurum yöneticilerinin görebildiği/düşünebildiği ufuklar kadar gelişebilmiştir. Bir başka özetle bu yöneticilerin ön göremediği/düşünemediği gelecek içerisinde çalgı yapımcılığının ne bilimi ne de sanat dalları kendilerine özgü teamüllerini oluşturamadılar. Devlet Konservatuvarlarının neredeyse tamamında (yeni kurulanlar belki hariç) Çalgı Yapım Bölümleri vardır. Ancak bu bölümler yalnızca okulda müzik/çalgı eğitimi gören öğrencilerin çalgılarının bakım-onarımları yapılabilsin mantığıyla 5-10 yılda bir eğitime açılmışlardır. Şimdilerde bölümler kâğıt üzerinde var olmalarına rağmen açamıyorlar bile; çünkü bindikleri dalı kestiler, öğretim kadrosu yetiştirmedikleri için alınacak öğrencilere hoca bulamıyorlar. Bu nedenle yeni açılan kurumlar bünyelerinde benzer yapıları tekrar oluşturmayı düşünmüyorlar. Çalışan Çalgı Yapım Bölümlerinde ise bizler, bir taraftan sanatın bütün kuramsal yönlerini yontuyoruz, bir taraftan da üniversite tabelası altında bilim yapıyormuş gibi gubara gubara haftada 14-16 saat atölyelerde odun yontmayı bilim zannediyoruz. Ülkenin sosyo-ekonomik yapısı düşünüldüğünde bu alandaki çalışmaları özel/kişisel olanaklarla örgütleyip kotarmak ise tamamen şans difüzyonlarının birtakım mucizelerle bir odakta buluşmasına bağlı kalmaktadır.
Sonuçta geldik kadrolu devenin yanına, dedik ey deve; boynun niye eğri? Ne demiş ola kadrolu deve? Ziya Paşa’dan bir beyitle şöyle seslendi bize, kadrolu deve;
-Giden gelmez gelen meşkûktür bil kadrini halin
-Bu dehrin mihnet ü zevki bütün efkâra tâbi’dir.
-Koca Sinan der eyy; gerçekte hüner şimdi kusur oldu bilmez misin a gafil.