Zehra Eren'i 2016 yılının ilk haftasında, 4 Ocak'ta kaybettik. Genç kuşaklar tesadüfen birkaç plağını dinlemedilerse, tanımaz onu. Onu ancak 1950'li ve 1960'lı yılların radyo dinleyicileri bilebilir. Zehra Eren'i Ankara radyosundan yayımlanan haftalık tango ve dans şarkıları programlarıyla, 1960'lı yılların ilk yarısında tanıdım ben. Şarkılarını daha ilk dinleyişimde şöyle bir durup kulak kesildiğimi hatırlıyorum. İnsanı bir anda saran, sımsıcak, derûnî bir sesti radyodan yayılan. Bir hafta sonraki programında gene aşkla, şevkle okumuştu. Her hafta aynı çarpıcılık, hattâ derinlik... Çevremdekilere "Zehra Eren diye bir tangocu var, ne olur bir dinleyin. Böyle de okunur mu tango?" demekten kendimi alamamıştım...
Bizim musıkide duygunun apayrı bir değeri vardır. Şarkıcı ister tango okusun, ister klasik Türk musıkisi bestesi, isterse Anadolu halk ezgisi, böyledir bu... Ne yapalım ki bu coğrafyada dillenen her musıki türünde tatlı bir hüzün, "aşina olduğumuz bir melâl" vardır; musıkinin kalbe dokunan bu elektriği icracının besteyi kendi duygularıyla yoğurup adeta yeniden besteleyerek yorumlamasıyla açığa çıkar. Bestede hissedilen duygu icraya yansıtıldığında bambaşka bir güzelliğe bürünür nağme, daha doğrusu, musıki dilinde "nüans" denen bir değer kazanır. Bestekârın hiç de aklına gelmeyen bir nüans olabilir bu. Öyle ki, harcıâlem olmuş bir şarkı hassas bir icracının buluşlarıyla yükselip bir sanat değeri kazanabilir. Bu söylediğim, her musıki türü için geçerlidir belki, ama bizim musıkide biraz daha böyledir.
Evet, Arjantin nağmesidir tango; ama tango, sevildiği her ülkede ayrı bir üslup kazanmıştır. Türk tangosu da öyledir. Bir üslubu, bir kişiliği vardır. Arjantin tangolarının asla birer taklidi değildir. Arjantin tangolarına benzemez zaten. Bizim tango bestecilerimiz kendine özgü bir üslup yaratmayı başarmıştır. Şöyle demek lazım: Türkçe tangolar batı musıkisi parçaları değil, Türk musıkisi parçalarıdır. Necip Celaller, Fehmi Egeler, Necdet Koyutürkler, Kadri Cerrahoğlular hep birer Türk musıkisi bestekârıdır...
Bu noktayı biraz açayım. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e tam geçilecekken şekillenmiştir Türk tangosu. Bu bakımdan, ister istemez geçmişin izlerini taşır. Osmanlı duyarlığından kopamamıştır. Ondokuzuncu yüzyılın sonlarıyla yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı dünyasında bir açılıp saçılma vardır; değişen hayata -- buna ister "asrîleşme" yahut modernleşme, ister batılılaşma deyiniz -- ayak uydurmaya çalışan bir akım vardır. Operet şarkısı, vals, fokstrot, rumba, revü şarkısı, "fantezi" denen yeni nağmelerle dile gelir bu dönem. Kemani Haydar Bey, Kaptanzade Ali Rıza Bey, Fahri Kopuz, Bimen Şen gibi bestekârların kimi şarkıları bu havadadır; onlardan sonra gelen Refik Fersan, Yesari Asım Arsoy, Sadettin Kaynak, Şefik Gürmeriç, Dramalı Hasan, Muhlis Sabahattin, Neveser Kökdeş ve daha başkaları aynı yolu tutar. Tango bence işte bu damarın bir uzantısı olarak filizlenmiştir. Nitekim, bazı hanendelerimiz de bu yeni nağmeye bigâne kalmamış, başta tango olmak üzere bu tür şarkıları zevkle seslendirmişlerdir; Münir Nurettin, Hafız Burhan, Zeki Müren, Tülin Yakarçelik, İnci Çayırlı, Ayla Büyükataman gibi. Tango işte bu yüzden biraz da Osmanlıdır. Güftelerine bakınız, Osmanlı işi eski şarkıların sözlerindeki o safiyeti, o nazenin edayı taşır. Eski şarkıların güftelerinde olduğu gibi şehirli bir duyarlık taşır. Tangoların sözlerinde Türk şiir geleneğinde olduğu gibi aşkı özleyen, sevilen kadını övüp yücelten, onu hayalinde "papatya gibisin, beyaz ve ince" diye süsleyen, vefasız sevgiliden şikâyet eden, hayal kırıklığıyla dolu "maziyi kalbinde bir yara" gibi taşıyan efendi takımından mazbut, içli insanlardır tangolardaki özne. Sözler biraz sadeleştirilmiştir sadece, ama sözün gerisindeki duyarlık bizim şiir geleneğimizdeki duyarlıktır.
Tangoların nağmelerine gelince, elbette kürdilihicazkâr, hüzzam, uşşak gibi değil, uzun hava, bozlak, maya gibi de değil, ama kulağımızı okşayan, derhal sevebileceğimiz bir sıcaklıktadır, yani "bizden"dir. Çünkü kaynağı Arjantin olsa da, bizim dünyamızda akmakta olan bir damarın işlemesiyle nağmelenmiştir. Bildiğimiz ünlü tango bestekârlarından ayrı bir gelenek içinde yetişen ama aynı şehirli insan zevkiyle besteleyen, yukarda adlarını andığım bestekârlar da tango ve tango benzeri parçalar bestelemişlerdir zaten. Bir yönüyle Osmanlı çelebiliğini yaşattığı; kadınlı erkekli olarak toplum hayatına açılışı, halkı dansa davet edişi ile de Cumhuriyet döneminin romantizmini taşıdığı içindir ki, kendine özgü bir üslubu vardır Türk tangosunun. Başka ülkelerdekinden daha değişik bir ortamda doğmuştur çünkü.
Türk tangosu romantiktir. Bize özgü bir romantizmdir bu. Türkçe tangoların en belirgin özelliği çok duygulu, içli nağmelerle örülü olmasıdır. Her birinde kırılgan ama heyecanlı bir kalbin çarpıntısı hissedilir. Hepsinde rakîk, zarif bir eda vardır. Fakat bugün artık kaybolmuş bir zarafettir bu; o yüzden günümüzde bir nostalji rüzgârı estirir tangolarımız.
Zehra Eren hepsi duygulu eski tangocular kuşağının bence en duygulu yorumcusuydu. Bu memlekette daha birçok duygulu ses, yorum, üslup dinledim. Fakat hiç çekinmeden söyleyeceğim, hiçbirini bu açıdan Zehra Eren'le kıyaslayamam: musıkinin türü ne olursa olsun, duygularını nağmeye giydirmekte hiçbirini onun kadar etkileyici bulamamışımdır. Bir mübalağa olarak görülmesin bu söylediğim. Zehra Eren'in hançeresinde yeniden yoğrulan nağmeyi duyabilenler bunun bir mübalağa sayılamayacağını bilirler...
Basında öyle sık sık anılmayan ama arkalarında adeta gizli bir hayranlar kafilesi bulunan bazı sanatkârlar vardır. Onları sevenler sonuna kadar takipçisi olur, nerede yeni bir eserini görseler derhal kulak verirler. Zehra Eren de böyle bir pırlantaydı; öyle kalabalıkların kapıştığı sanatkârlardan değildi, ama vefalı ve zevkli bir dinleyicisi vardı. Ölümünden sonra basında çıkan yazılar onun gerçekten hayranları, tiryakileri olduğunu gösterdi. Birçok kimse gibi ben de ölüm haberini gününde alamadığım için cenazesine katılamadım, gazetelerin yazdığına göre cenazesine çok az sayıda kişi katılmış. Buna da, doğrusu hiç şaşmadım. Bazı has sanatkârlara böylesi daha çok yakışır!..
Zehra Eren'in az bulunur bir alto sesi vardı. Bu ses rengini genizden gelen perdelerle derinleştirerek nağmeye yükler, güftenin her hecesiyle nağmenin her notasını kaynaştıran şiir gibi diksiyonu, kelime vurguları ve o güzelim Istanbul telaffuzu ile şarkının anlamını yoğunlaştırırdı. Burada şunu da belirtmek gerek: onun döneminde bugün olduğu gibi geniş bir musıki çevresi, saz, orkestra bolluğu yoktu. Büyük yeteneğiyle sivrilmiş bir cevherdi Zehra Eren.
Bugün genç kuşaktan tango söyleyenler çıkıyor. Demek ki tango hâlâ seviliyor, özleniyor. Ama tango söyleyenlerin hiçbiri eski tangocuların tadını vermiyor. O tavır, o eda kayıp gitmiş artık... Ben İbrahim Özgür'ü, Celal İnce'yi, Şecaattin Tanyerli'yi de çok severim, ama benim için tangonun en önde gelen iki ismi var; biri, 1930'larla 40'ların taş plaklarının pek zarif sesi Seyyan Hanım (Oskay); öbürü de, Seyyan Hanım'ın bıraktığı yerden devam eden Zehra Eren. İkisi de çok güzeldir, ikisi de ayrı birer üslup, ayrı birer lezzettir.
TRT onun 1953-1954 yılı radyo plaklarından on ikisini bir albüm halinde yayımlamış. Buna çok sevindim. Fakat gönül ister ki, radyo arşivinde kalan öteki kayıtları da yayımlansa... Onu hiç dinlememiş gençler bu albümü, bir de onun "Youtube.com" sitesindeki birkaç tangosunu dinlerlerse Zehra Eren'in nasıl bir sanatkâr olduğunu biraz olsun görebilirler. Dinleyecekleri kayıtlarda burada tasvir etmeye çalıştığım o iç sesi duyabilirlerse, şarkı söylerken gönül telimizi titrettiği gibi kendi gönül teli de titreyen, kendini nağmeye bir sevgili gibi veren Zehra Eren'in peşine düşüp başka plaklarını arayacaklardır...