Muammer Ketencoğlu yıllardır bize musıki zevki veriyor; dünyanın bu bölgesinin, doğu Akdeniz havzasının ezgilerini değerli icracılardan kurulu topluluğunun yorumlarıyla tanıtıyor. Şimdiye kadarki çalışmaları daha çok Balkan şehir musıkisi, rebetika şarkıları, zeybekler eksenindeydi. Bu dağarın büyük bir bölümü Osmanlı coğrafyası içinde yer alan şehirlerin, kasabaların ezgilerinden meydana geldiği için, bunlar arasında Türkçe güfteli olmayan ezgiler de kayıtsız kalamayacağımız parçalardı; sonuçta bunlar da Rumeli'nin sesiydi. Fakat Ketencoğlu son albümü olan "Sandığımdan Rumeli Türküleri" ile sanat hayatında yepyeni bir sayfa açıyor; doğrudan doğruya "Rumeli türküleri" diye adlandırdığımız dağara el atıyor.
Değerini bilmemiz gereken bir albüm bu (Kalan, Ocak 2017). İlkin, hiç duymadığımız türküler var bu kayıtlarda. Biz yıllardır Rumeli türküsü olarak "Alişimin kaşları kaare", "Bilal oğlan", "Vardar ovası" gibi türkülerin dışına çıkamayan bir dağarı dinliyorduk. Bu yeni türkülerle kulaklarımızın pası silindi; bu, bir. İkincisi, türkülerin seslendirilişi da alışılmış, kalıplaşmış anlayışın dışında.
Bu albümün neden değerli olduğunu açıklamadan önce, hem Rumeli türküleri denen ezgiler dağarının kendisi, hem de bu ezgilerin şimdiye kadarki icra biçimi üzerinde durmak zorundayım. Çünkü bu konuda sıkıntılı bir hal var.
Bir defa, dağarda bilinen Rumeli türkülerinin sayısı Anadolu türkülerininkiyle kıyaslanamayacak kadar azdır. Bilinenlerin de pek azı okunur. Oysa Osmanlı bir Rumeli devleti olarak kurulmuş, Anadolu'nun birçok şehrinden önce Rumeli şehirlerini ele geçirmiş, Balkan savaşına kadar da orada kalmıştı. Bu bakımdan, her şeyden önce türkü sayısı yadırgatıcıdır.
İkincisi, okuna çalına herkese ezberletilen Rumeli türküleri bu dağarın en süzme örnekleridir. Çoğu makam musıkisini iyi bilen sanatkârların elinden çıkmış ezgiler olduğu izlenimi uyandırır; birer "şarkı" gibi okunur, dinlenir. Makam musıkisi icracıları bu ezgileri bağrına basar. Burada da karanlık bir durum var. "Şarkı-türkü" gerilim hattının dahli olmalı bu işte. Suphi Ezgi kitabının halk musıkisi bölümünde şunları yazarken bir politikanın da temelini atmıştı:
"Halk musıkisine misal olarak kimlerin eserleri intihab edilmelidir? Hemen diyebiliriz ki şehirli, kasabalı, köylü halkın musıkide en âlim ve muktedir olanların okudukları türküler kabul edilmelidir; hem de sazendelerin aletlerile çaldıkları eserlere de iltifat etmemelidir. Çünkü telli sazlarda bir sekizli on iki aralığa taksim ediilmiş olup bir sekizlinin yirmi dört gayrı musavi aralığa taksim edilmek mecburiyeti ilmiyesi olduğunu birinci ciltte söylemiştik (dördüncü cildin tarih kısmında bir sekizlinin 24 aralığa taksimine bakınız). Milletimiz ferdlerinin arasında musıkiyi az ve pek az bilenlerin okudukları nâkıs ve yanlış sesli ölçüleri alıp onlardan ilmî neticeler çıkarmak istemek temamiyle hata olur; ve bundan müsbet bir netice çıkmaz. Köylü bir çoban veya [cahil] bir kimseden lisan ve musıki gibi yüksek bir icad beklenmesi akil ü mantığa uymaz. Bu sebeple musıki cahil köylülerden âlim şehirlilere intişar etmez. Onun aksine olarak şehirli âlim musıkiciler, şehirli, kasabalı, köylü olsun umum halka musıki öğretmişler ve öğretmektedirler (...) Anadolu ve Rumeli lahinleri arasındaki fark, ekseriya Rumeli lahninin inşası ve daha ince ve yüksek olmasıdır." [1]
Burada söylenen şey şudur:
1. Rumeli'nin de olsa türkülerin hepsi okunmaya değmez; seçerek okunmalı. Peki, neye göre seçilecek? Sadece yüksek sanat değeri taşıdığı söylenen türküler mi okunmaya değerdir? Kaldı ki, bir araştırmacının kendi görüşünce değersiz bulduğu bir türkü bir başka folklorcunun bakış açısına göre değer taşıyabilir. Bu tutumun folklor araştırmaları bakımından taşıdığı sakınca ortada.
2. Suphi Ezgi türkülerin neye göre seçilmesi gerektiğini de açıkça belirtmiş: "Âlimane ve muktedir" halkın okudukları ezgiler kabul edilmeli, ötekiler reddedilmeli, derlenmemeli, okunmamalı. Seçilen ezgilerden makam, usûl kurallarına uygun olanları kabul edilebilir ancak.
3. Yalnız sazla çalınan, sözsüz ezgiler kabul edilemez, çünkü bağlamaların sapında yirmi dört eşit olmayan aralıkları veren perde bağları yoktur.
4. Makamların çatısı da Ezgi'nin kitabında tarif ettiği gibidir.
5. Köylü, cahil halktan musıki namına bir şey beklenemez. Musıki folklorunu reddetmekten başka bir anlamı olabilir mi bunun?
6. Rumeli ezgileri Anadolu ezgilerinden daha ince işli, daha yüksek üslupludur. Anadolu ile Rumeli'yi ayırt etmiş oluyor...
Ezgi'nin verdiği halk musıkisi tarifini benimseyen, onun söylemek istediklerini genişleten Yılmaz Öztuna da şunları yazmıştır:
"[Rumeli türküleri] Çok büyük sanatkârlar tarafından bestelenmiştir, isimleri meçhuldür. Bir çoğunun devirlerinin meşhur bestekârları oldukları şüphesizdir (Dr. Suphi Ezgi de bu fikirdeydi). Ama 'Rumeli Türküleri' denen ve çoğu daha fazla klasik ekolün şarkılarına benzeyen, hattâ bir kısmı tastamam böyle olan parçaların hepsinin sahibi meçhuldür. Çoğundan buram buram Türk mâşeri dehâsı tüter. Türk halk musıkisinin bütün Türk âleminde en parlak mahsulleridir. Fakat mühim bir kısmının klasik bestekârların eseri olduğu, çok iyi musıki bilen kimselerce yapıldığı âşikârdır. (Dr. Suphi Ezgi ile vaktiyle bu mevzuda yaptığımız bir konuşmada bu hususta da mutâbık kalmıştık). Rumeli türküleri arasında orta değerde eserler bile azdır. Çoğu güzel, parlak, çok parlak, fevkalade ve dehâ mahsulü şarkılardır." [2]
Öztuna Rumeli türkülerinin "klasik ekolün bestekârlarının eseri olduğu"nu söylemekle "halk türküsü" kavramını da tehlikeye atmış oluyordu. Ansiklopedisinin bu maddesinde makam ve usûlleri ile sıraladığı yüz kırk yedi Rumeli türküsünün tamamını olmasa bile çoğunu o büyük sanatkârların eserleri saymış ki, yukardaki satırları yazmış.
Ezgi ile Öztuna'nın işaret ettikleri türküler Rumeli dağarının nitelikleri konusunda hâkim görüş olmuştur diyebiliriz. Nitekim, Öztuna'nın sıraladığı türkülerin büyük çoğunluğu bugüne kadar "incesaz" eşliğinde, "şarkı" olarak okunmuştur hep. Fasıl heyetleri de bu türküleri dağarlarına almışlar, saz semaisinden önceki son hareketli sözlü parça olarak sık sık bir Rumeli türküsüne yer vermişlerdir. Solo konserlerde de şarkılara bir iki Rumeli türküsü eklenirdi.
Rumeli türkülerinin çoğu incesazla icra edildiği için, Anadolu halk musıkisi çevresi bu türkülerin çoğunu kendi alanları dışında tuttu, dağarına almadı, okumadı. Burada da bir çelişki var. Bu ezgilerin "türkü" diye adlandırıldığı halde, türkü dağarına kabul edilmemesi nasıl açıklanabilir? Dahası var. Halk musıkisi çevresi doğu Trakya (Edirne, Tekirdağ, Kırklareli) türkülerini kabul etti, dağarına aldı, ama Edirne ötesini incesaza bıraktı. Devlet radyolarında böyle bir uygulama oldu.
İcra şekline gelince, Rumeli türkülerini yıllarca TRT radyolarının incesaz heyetlerinin koro üslubuyla dinledik durduk. Nasıl radyonun Yurttan Sesler koroları Anadolu'nun değişik yörelerinin ezgilerini tek, ortak bir Anadolu ağzında birleştirip erittiyse, radyonun şarkı koroları da Rumeli ezgilerini "klasik Türk musıkisi" denen icra üslubu içinde eritti. İcra şeklinin aykırı bir tarafı daha vardı: güftesinde çok acı olayları dile getiren kimi ezgiler, sanki sevinilecek bir şeymiş gibi, oynak bir üslupla okunur oldu. Nitekim TRT radyolarının şöyle bir Rumeli türküleri "politikası" da vardı: bayram seyran günlerinde Rumeli türküleri, özellikle bunların "serhat türküleri" diye anılan hamasî olanları mutlaka çalınıp söylenirdi; Hasan Mutlucan'ın bu politikanın kurbanı olduğunu herkes bilir.
Herkesin ezbere bildiği Rumeli türkülerinin çoğu Tanburacı Osman Pehlivan (1847-1942) ile Kemal Alkınkaya'dan (1895-1956) alınmış ezgilerdir. Onlardan sonra derlenen türkülerin çoğunun kaynağı Edirne'nin ötesine geçemedi. Rumeli türküleri yıllarca çok dar bir dağar içine sıkışıp kaldı. Bu alanda anlamlı bir çalışma uzun bir zaman sonra Aluş Nuş'tan (d. 1947) geldi. Bu Kosovalı musıkicinin yayımladığı Rumeli Türküleri (1996) adlı kitap o donmuş türkü dağarını genişletti. Prizren, İştip, Üsküp, Ohri, Palank, Gostivar, Kalkandelen, İskeçe gibi şehirlerden kaynaklanan, hiç bilmediğimiz türküleri onun kitabından öğrendik.
Aluş Nuş'un kitabı yayımlandıktan sonra Rumeli türkülerini tanıtma yolunda bazı kımıldanmalar gözlendi. Türkülerin donmuş dağarı dışına çıkanlar oldu. Havva Karakaş'ın derlemeleri ile Balkan Havası adlı solo albümü, TRT televizyonu bünyesindeki solist ve koroların okuduğu bazı yeni Rumeli türküleri bunlar arasında. Balkanlardan göçle beslenen bazı amatör toplulukların da sesi duyuldu.
Muammer Ketencoğlu topluluğunun albümü ise, Aluş Nuş derlemelerinin yanına konacak değerde Bu albüm birkaç yönden önemli. Topluluk, bir araştırmanın ürünü olan bu kayıtlarla dağardaki türkü sayısını sadece artırmıyor, çok daha geniş görüşlü bir bakışla daha gerçekçi bir Rumeli türküsü kimliği (daha doğrusu kimlikleri) de ortaya koyuyor çünkü. Yirmi üç türkü var diskte. Bunlar Bulgaristan (daha çok Deliorman yöresi), Romanya Dobruca'sı, Makedonya, Kosova (Prizren), Yunanistan, Moldova (Gagavuz) kaynaklı türküler. Seslendirilen ezgiler Balkan musıkisinin tek üsluba indirgenemeyeceğini, bir çeşitlilik gösterdiğini dile getiriyor. Albümün bence en değerli yönü bu çeşitliliği yansıtmasında. Muammer Ketencoğlu bu Rumeli manzarasını şöyle tanımlıyor:
"Bütün geleneksel müzikler kendi içinde bir portredir. Hüzünlü yanları, coşkulu yanları, makamsal alışkanlıkları, tercih edilen ritmik yapıları vs... Rumeli türküleri de bu genel geçer kuraldan ayrı düşünülemez. Balkan Türk folklorunun temelindeki öğelere şöyle bir bakarsak, Anadolu’dan göçlerle çok önceden götürülen arkaik unsurlar, Bektaşilik, Slav kökenli halklarla ve Arnavutlarla müzikal etkileşim, Çingenelerin hem genel olarak Balkan müziğine hem de özelde Balkan Türk müziğine kattıkları (özellikle icra açısından) ve son olarak 40’lardan sonra Balkan devletlerinin sosyalist bloka dahil olmalarıyla ortaya çıkan avantajlı ve dezavantajlı sosyopolitik ve sosyokültürel yansımaları sayabiliriz. Bir de Osmanlı müziğinin Rumeli’nin büyük şehirlerine Istanbul’dan taşınması sanatlı Rumeli şehir şarkılarının ortaya çıkmasında büyük etkendir."[3]
Yılmaz Öztuna'nın Rumeli türküsü tarifi, devlet radyosunun bu türküler hakkındaki tutumu, Rumeli ezgilerini "şarkı" üslubuyla okuyanların sundukları dağar Rumeli musıkisini Anadolu'ya nerdeyse yabancı bir musıki olarak gösteriyor, ister istemez bir algı çarpıklığına yol açıyordu. Oysa söz konusu kısır dağardan çıkılınca Rumeli türkülerinin yüceltilen o ezgilerden ibaret olmadığı, Anadolu'da olduğu gibi Rumeli'de de ezgilerin birbirlerinden farklı olduğu gerçeği açığa çıkmaya başladı. Muammer Ketencoğlu herhalde bu algı biçimini değiştirmek niyetiyle önemli bir noktaya dikkati çekmiş. Cumhuriyet gazetesinden Ceren Çıplak'ın "Rumeli türküleri ile Türk halk müziği arasında nasıl bir köprü var?" sorusuna [soruya dikkat: Rumeli türküleri Türk halk musıkisinden büsbütün ayrı bir şeymiş gibi!] şu cevabı vermiş: "Rumeli türküleri Balkanlar’daki türlü etkileşim ve kaynaşmaları içerse de kökü Anadolu’dur. Göçlerle bağlantılı olarak ortaya çıkan yeni toplumsal karşılaşmalar Balkan müziği içinde Türk müziğinin konumunu belirlemiştir."[4] Bu sözlere ben de şunu ekleyeyim: etimolojisi bakımından Rumeli, Anadolu demektir. Atalarımız yüzyıllar önce Anadolu'ya Rum ili / Rum eli demişler. Fakat yüzyıllar geçtikçe Rum ilinin anlamı daralmış; tıpkı Rumeli türkülerinde olduğu gibi!..
Sadece Rumeli türkülerinin değil, herhangi bir yöreye yahut ülkeye özgü halk ezgilerinin seslendirilme şekli en az bestenin kendisi kadar önemlidir. Halk ezgileri, amatör de olsa musıki terbiyesinden geçmemiş olan halktan (örneğin, sırf türküyü bildiği için derleyiciye yardımcı olanlardan) dinlendiği zaman, musıki değerlerini ele vermiyor. Aynı ezgi ancak musıki görgüsü olan, meslekten icracılardan dinlenince kıvamını buluyor. Ama onların da ezginin yerel zevkini, rengini genel geçer, standart bir üslup içinde eritmemesi lazımdır. Unutulmamalıdır ki, aynı halk ezgisinin notaları okuyuşa göre değişmez, deyişmeyebilir, ama okuyuş üslubu, edası daima değişir; halk musıkisi ezgisine asıl kimliğini veren de bu seslendiriliş özelliğidir. Halk musıkisi icrasında bütün iş bu iki ucu birleştirebilmektedir. Muammer Ketencoğlu'yla arkadaşları bunu başarmışlar. Rumeli türkülerini bu ezgilere yakışan bir eda ile, bir "tavır"la, yani kişilikli bir üslupla seslendirmiş, daha doğrusu yorumlamışlar. Okuyucuların ses rengi de bu ezgilere pek yakışmış. Çok genç bir icracı olan İlkay Erden'in ses rengi tam bir Rumeli sadâsı. Yine bu cümleden olarak, ezgi güftelerinin yerleşik Istanbul Türkçesine uydurulmadan yöre ağzına göre okunması da çok yerinde. Ketencoğlu'nun değişik türlerde çalan sazendelere açık olması her albümüne zenginlik katmıştır. Burada da öyle. Her türkünün dokusuna göre değişik sazlara, değişik seslere yer verilmesi çok doğru, özlediğimiz, örnek bir uygulama. TRT'nin halk musıkisi korolarında ülkede ne kadar halk sazı varsa heyete alanlar yıllar yılı bunu bir zenginlik saydı. Ketencoğlu'nun saz kadrosunun şöyle geniş bir yelpazesi var: bağlama ailesi sazları, sazbüş, klarinet, keman, ud, kanun, mandolin, kontrbas, trompet, vurmalı sazlar, kaşık. Ama her saz gerekli olduğu yerde kullanılmış.
Albümdeki türkülerin hepsi aynı tipte değil. Rumeli'de geniş bir yelpazeye açılıyor. Sadece bu albüm bile Rumeli türkülerinin aynı kapta eritilemeyecek ezgiler olduğunu gösteriyor. Her birinin ayrı bir deseni var. Prizren kaynaklı "Akşam oldi cün kavuştu" diye başlayan, iki sesle okunan türkü makamı (hicaz) ve 7/8'lik ritmiyle bizden, ama güftesinde de görüldüğü gibi, Istanbul değil, Rumeli havası estiren bir ezgi... Dobruca'da söylenen "Dağ dağ gezerim" gene hicaz makamında ama Avrupaî esintiler taşıyor. Buna karşılık, "Kale kaleye karşı, kalenin dibi çarşı" diye başlayan Prizren türküsü Rumeli'den önce Anadolu'yu hatırlatıyor, dinleyeni bu açıdan şaşırtıyor. Moldova Gagavuzlarından alınan "Keçicim" türküsü ise öteki Rumeli türkülerinden hiçbirine benzemeyişiyle dikkati çekiyor.. Bazı türküleri öbürlerine göre daha çabuk sevebiliriz. Örneğin, "Ben bir sabah erken kalktım" güfteli, bizim daha çok aşina olduğumuz bir Rumeli tavrı gösteren Prizren türküsü. Tuba Özatalay bu türküyü o kadar güzel söylüyor ki, dinlemeye doyum olmuyor. Selda Koçak Uzuntaş'ın okuduğu, Dobruca'dan "Gemi de yelken açmaz mı?" türküsü de albümde öne çıkan bir ezgi; gerek aranağmesi, gerekse akordeonun mısra aralarına girerek mısraları bağlayışı türkünün güzelliğine güzellik katıyor. Bu ezgi Eugenia Popescu-Judetz'in Tuna Boyunca Anılarla Ezgiler adlı kitabında verdiği diskte de var. Ama türkünün güzelliği bu albümde ortaya çıkıyor. Yukarda söylemek istediğim şey tam da buydu: iyi yetişmiş icracının farkı hemen belli oluyor.
Albüm kitapçığı özenle hazırlanmış. Her ezginin yöresi ile kaynağının açıklanması, güftenin aslına uygun biçimde yazılması, her türküde aynı sazlar kullanılmadığı için, hangi sazların hangi ezginin icrasına katıldığının belirtilmesi albümün ciddiyetle hazırlandığının göstergeleri.
"Sandığımdan Rumeli Türküleri"nin önemi hem Rumeli dağarına yaklaşım biçiminde, hem de ezgileri yorumlayışında. Elimizdeki disk Muammer Ketencoğlu'nun sandığındaki türkülerden sadece bir mendil dolusu. Ketencoğlu Cumhuriyet gazetesinde çıkan mülakatında Sofya radyosunun Türkçe yayınlar bölümünün kayıt altına aldığı binlerce Rumeli türküsü bulunduğunu söylüyor. Çok heyecan verici bir durum bu. Buna öteki Balkan ülkeleri eklenecektir. Bu durum, Rumeli türkülerinin sayıca Anadolu türkülerinin çok gerisinde kalmış olamayacağı yönündeki inancımı pekiştiriyor. Bir de şu gerçeği hatırlatıyor: Rumeli elden çıkınca o topraklarla olan musıki ilişkilerimiz kopma noktasına gelmiş, oraların ezgisi oralarda kalmış... Göç dalgaları ara sıra bir şeyler sürüklüyor oradan buraya. Ama daha çok, bizim oralara gitmemiz gerekiyor. Bu yorgunluğu da ancak Muammer Ketencoğlu gibi çalışkan musıkiciler göze alabiliyor. Bundan sonra aynı topluluktan yeni Rumeli türküleri albümleri beklemek artık hakkımızdır.
[1] Suphi Ezgi, Nazarî - Amelî Türk Musıkisi, cilt III, Istanbul Konservatuvarı Neşriyatından, Istanbul, 1938, s.306.
[2] Yılmaz Öztuna, Büyük Türk Musıkisi Ansiklopedisi, II, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990, s.238.
[3] Ceren Çıplak (Muammer Ketencoğlu ile söyleşi), "Rumeli Türkülerinin Kökeni Anadolu'dur", Cumhuriyet, 28 Şubat 2017.