17 Nisan Pazar günü CRR konser salonunda Cumhurbaşkanlığı Klasik Türk Müziği Korosu'nun Mehmet Güntekin yönetiminde verdiği konser Tanburî Cemil Bey'in hâtırasına adanmıştı. İçinde bulunduğumuz 2016 yılı Cemil'in ölümünün yüzüncü yılı. Cemil'in bütün plaklarının toplanıp on disk halinde bir albümde yayımlanması da bu yıla yetiştirilmişti. Bu konser Tanburî Cemil yılına eklenen bir halka oldu böylece.
Konserde çalınıp okunacak eserlerin seçiminde, Cemil'in ölümünden dört yıl sonra 1920'de onu anmak için verilen konserin programından yola çıkılmıştı; çok yerinde, çok güzel bir tercih! Bu tarihî konser Ali Rifat Bey yönetimindeki Şark Musıki Cemiyeti'nce, onun seçkin musıkişinaslardan kurulu kadrosuyla, Istanbul'un işgal günlerinde zor şartlar altında, İtilaf devletleri güvenlik kuvvetlerinin baskısı altında Kadıköy Moda'daki Apollon tiyatrosunda verilmişti. O konsere gerek sesleri sazları ile katılanların, gerekse konseri dinleyenlerin o günlerdeki ruh halini tahayyül etmeye çalışıyorum... Istanbul'un en acı günlerinde verilen bu musiki ziyafetinin ülkenin sanat değerlerini, bu ülkeden büyük ruhlar yetiştiğini hatırlamak, hatırlatmak gibi bir rolü de olmuştu herhalde. Bunları düşünürken, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın SahneninDışındakiler adlı romanındaki bir sahne aklıma geldi. Bu romanın hikâyesi Istanbul'un işgal yıllarında geçer. O unutamadığım sahne şudur:
Eserin ilgi çekici kişisi eski İttihatçı Tevfik Bey Anadolu'daki mücadeleye yardım ederken, romanın bir yerinde işgal kuvvetleriyle musıki üzerinden de mücadele eder adeta. Boğaz'da sandallardan kitara, mandolin sesleri duyulur... Kanlıca koyunda bir istimbotta Amerikan askerleri eğlenmek için balalayka çaldırırlar. Tevfik Bey sandalda kürek çeken Rum Yani'ye birden, "Dön!" der, "şu heriflere bir ders verelim!" Sonra, "Birdenbire denizin ortasından aya karşı bu toprakta, bu şehirde yaşayan insanların sesi, kendi medeniyetimizin sesi en geniş şekilde yükseldi. O anda, bütün Boğaz tepelerinin, Tevfik Bey'in okuduğu gazeli birbirlerine gönderdikleri muhakkaktı. İlk önce kitara, mandolin sesleri sustu, sonra istimbottakiler sustular, sonra bütün etraf sustu. Tevfik Bey'in sesi Boğaz'ı tek başına zaptetmişti." Tevfik Bey, Yani'ye, "Bebek'e çek!" der. Öteki sandallar arkalarına takılır. Böylece "Artık yanıbaşımızdan ayrılmayan bir sandaldaki tanbur, ud, keman Tevfik Bey'in emrine girmişti. (...) Yolda sadece Şakir Ağa'dan bir beste ile Hacı Arif Bey'in iki şarkısını söyleyen Tevfik Bey körfeze girer girmez tekrar gazele başladı. Hemen arkasından halkımızın bütün hüzün ve hasretiyle dolu bir maya... (...) Tevfik Bey coşmuştu. Bu gece bir zeybek oynayamadan yatarsam hasta olurum. Neredeyse biraz evvel tenkil ettiği, susturduğu sandalların içindekileri köşke davet edecekti." Tevfik Bey sesiyle, nağmesiyle Boğaz'ı geri alır. Öfkesi de nağmesiyle aynı güzelliktedir: "Pis herifler... Burnumun dibinde bana bu işi yapsınlar ha! Boğaziçi'nde bu kepazelik! Yani, söyle bu heriflere, bir daha böyle rezalet istemem!" İster istemez Tanpınar'ın romanındaki bu sahneyi hatırladım. 1920'deki konsere, o sırada Dârûlfünûn öğrencisi olan Tanpınar da gelmişti belki, hocası Yahya Kemal ile birlikte...
Konsere döneyim. Duygu yüklü bir konser oldu. Koroya da bir kan aşılamış olmalı ki bu konser, herkes yürekten çaldı, söyledi. Bunu hissettim; birçok dinleyici hissetmiştir. Peşrevden sonra ilk sözlü eser Dellâlzede'nin ferahnâk kârı idi. Terennüm kesitlerindeki sürprizli nağmeleriyle hemen dikkati çeken bu nefis eseri ilkin Nevzat Atlığ zamanında dinlemiştik aynı topluluktan. Koronun daha sonra bu kârı birkaç defa daha okuduğunu hatırlıyorum. Fakat bu defa daha bir şevkle okundu, gönül telini titreten öyle bir sadâ vardı korodan yükselen seslerde... Kârı Zekâi Dede'nin hafif usûlündeki ferahnâk murabbaı ("Söyletme beni cânım efendim"), Şakir Ağa'nın aynı makamdan aksak semaisi ("Ey şâh-ı melek-hûy kadd-i bâlâ-yı ferahnak"), Nikoğos'un semaisi ("Hoş yaratmış bari ezel"), gene Şakir Ağa'nın eseri olan yürük semai ("Bir dilbere dil düştü ki") takip etti. Şarkılar arasında okunan, Cemil'in "Bir nigâhın gönlümü etti esîr-i aşkın âh" güfteli ferahnâk şarkısı bana hep onun o esrarlı dünyasını yansıtan bir eser gibi gelir; öyle bir melankoli bulurum bu eserin her mısraında. Şarkıyı nice yıllar önce ilk kez dinlediğim gün bende uyanan bu duyguyu gene yakaladım. Atakan Akdaş'ın okuduğu, "Gül gonce-i ümmîd gibi açıl gel ey gül" mısraıyla başlayan gül'izar şarkının programa alınması isabet olmuş; çünkü Cemil'in az okunmuş, pek bilinmeyen eserlerindendi. Bekir Ünlüataer'in seslendirdiği, çok tanınmış "Feryâd ki feryâdıma imdâd edecek yok" diye başlayan şehnaz şarkısını dinlerken bu şarkıya bir gazelini veren, birçok şiiri bestelenmiş olan Nigâr Hanım'ı düşündüm. Bu şair gerçek bir musıkisevermiş; hem Türk musıkisini hem batı mukısisini sever, hattâ amatör olarak piyano çalarmış. Şehnaz şarkının güftesini Musullu Hafız Osman nihavend, Şeyh Ethem Efendi hüseynî makamlarındaki şarkılarında ezgilendirmişler. Nigâr Hanım'ın evinde düzenli musıki meclisleri olurmuş. Şehnaz şarkıyı dinlerken, Cemil ile de dostluk kurmuş, hattâ tanburuyla Nigâr'ın meclisine uğramış olması gerekir diye düşündüm. Nazan Bekiroğlu'nun Şair Nigâr Hanım adlı, o devri çok canlı bir anlatımla veren ayrıntılı biyografisine baktım: Nigâr'ın bestekâr Mahmut Celalettin Paşa ve Bimen Şen'le pek yakın dostlukları varmış. Ama Cemil'in adı geçmiyor kitapta. Bu konser hayâlhanemde birçok ölüyü diriltti, beni 1920'nin de öncesine götürdü...
Saz eserleri bölümünde misafir icracı, Türk musıkisine gönül veren Yunan Sokratis Sinopoulos ile Murat Aydemir'i dinledik önce. Bu ikili Cemil'in kürdilihicazkâr peşrevi ile hicazkâr saz semaisinden sonra, en yetenekli öğrencisi Kadı Fuat Efendi'nin hicazkâr sirtosunu seslendirdi. Sinopoulos kemençe ve lavta, Aydemir tanbur ve lavta çaldılar. Bu ikiliye daha sonra viyolonselle Volkan Ertem katıldı; üç sazende Cemil'in belki de en parlak saz semaisi olan şedarabanı ile nikriz sirtosunu çaldı. Fakat bu bölümün sürprizi, saz semaisinin icrasına geçilmeden önce, Cemil'in meşhur şedaraban taksiminin taş plaktan dinletilen nağme kesitlerine Murat Aydemir'in aynı ruhnüvaz mızrap vuruşlarıyla cevap verdiği bölümdü. Bütün saz eserleri ustalıkla çalındı.
Konser, sadece Cemil'in eserleriyle sınırlı tutulmayan, Cemil temalı bir konser olduğu için, son parça olarak üstadın oğlu Mesut Cemil'in, güftesini Nâzım Hikmet'in yazdığı "Martılar âh eder, çırparlar kanat" adlı hicaz şarkısı okundu. İlkin Münir Nurettin Selçuk'un çok güzel bir yorumla taş plağa okuduğu, daha sonra radyolarda sayısız defa solo olarak okunan bu şarkıyı hiç böyle dinlememiştim. Herhalde ilk defa olarak büyük bir koro eşliğinde okunuyordu. Bu yeni sadâsı ile bambaşka bir tesir bıraktı üzerimde. Çok iyi yorumlandı, şarkıdaki o hüznü hissettirerek. Her cümleciğinde kalbim küt küt attı... Hele "Görünsün karşıdan Istanbul şehri" mısraı söylenirken gözlerim yaşardı...
Konserde takıldığım tek nokta, Zeki Mehmed Ağa'nın ferahnak peşrevinin fasıllarda tercih edilen çiçeklenmiş biçiminin çalınmış olmasıydı. Oysa böyle bir konserde konservatuvar tasnif heyetinin yayımladığı asıl şeklinin, dört hanesiyle birlikte çalınması tercih edilebilirdi. 1920'deki konser programına yazıldığına göre, Osmanlı döneminde ferahnâktan bestelenmiş tek peşrev olan bu pek zarif eserin o gün de tamamının çalındığı tahmin edilebilir.
Konser kitapçığı da özenle hazırlanmış. Kitapçığı hazırlayan genç araştırmacı Hüseyin Kıyak'ın emeğine sağlık. Tasvir-i Efkâr gazetesinde Cemil'in ölüm haberini veren sütunlar; Cemil hakkında yazılmış şiirler; Musa Süreyya'nın, Ercüment Ekrem Talû'nun, Mesut Cemil'in, Hakkı Süha Gezgin'in, Hasan Âli Yücel'in, Cevat Memduh Altar'ın, hepsinden önemlisi Rauf Yekta'nın yazıları ile kitap gibi saklanacak değerde. Hele, 1920'de verilen konserin programı ile sazende ve hanende kadrosunun kitapçığa yazılmış olması çok yerinde bir düşünce...
Bu anlamlı konser inşallah kaydedilmiştir. Kaydedilmemişse üzülmemek elde değil. Kaydedilmişse, TRT'den yayımlanmalı. Hiç olmazsa, koronun sitesine konabilir.. Konseri yöneten Mehmet Güntekin ile toplulukta yer alan bütün hanendelerle sazendelerin emeğine sağlık...