Nevzat Atlığ'ı 9 Aralık Cumartesi günü kaybettik. Onun kaybıyla birlikte, musıkimizi yirminci yüzyılın büyük bir bölümünde ayakta tutan bir temel direği kaybetmiş olduk. O, 1940'ların başından yirminci birinci yüzyılın eşiğine değin, aşağı yukarı altmış yıl boyunca musıki çevrelerinin merkezinde yer almış bir kişiydi. Sadece bir musıkişinas olarak değil, öğretim görevlisi, idareci, musıki işlerinde görüşü sorulan, karar mekanizmalarında etkili bir kişi olarak da...
Altmış yılın musıki hayatında bir Nevzat Atlığ damgası vardır. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu dönemde onun kadar çalışkan başka bir musıkişinas göremem. Nevzat Atlığ'ı musıkimizdeki yerine oturtabilmek için, yakın geçmişin musıki hareketlerine yakından bakmak, bu hareketler içinde katıldığı musıki faaliyetlerini bir bir hatırlamak gerekir. Nevzat Atlığ'ı kaybettiğimizi bilmenin hüznü içinde yazdığım bu yazıda ben de hatırladıklarımı onun hakkında okuduklarımla birleştirerek çalışmalarını musıki hayatının birbirini izleyen evreleri içinde değerlendirmeye çalışacağım.
Musiki meclislerinde keman çalan bir genç
Nevzat Atlığ keman çalarak başlamıştı musıkiye. 1940'ların başında Istanbul'un musıki meclislerinde keman çalan bir genç olarak küçük bir çevrede adını duyurdu. Onun bu dönemi pek bilinmez. O yıllarda Istanbul Radyosu bir devlet radyosu olarak kurulmamıştı henüz. Musıki hayatının nabzını tutan çevre, evlerde düzenlenen musıkili toplantılardı. Nevzat Atlığ başta İbnülemin Mahmut Kemal İnal ile Hakkı Süha Gezgin olmak üzere, Necmettin Hakkı İzmirli, Neyyire İpekçi (Nerkis Hanım) Sami Mortan (“Çerçöp Sami"), Ekrem Karadeniz, Kâzım İsmail Gürkan, Süleyman Erguner, Ercüment Berker gibi, ya musikişinas ya da musıkisever kişilerin evlerindeki toplantılara katılmıştı. Ev toplantılarının musıki tarihi içindeki yeri çok önemlidir. Bu meclislerde musıki zevki toplum ortalamasının üstüne çıkar. Nevzat Atlığ bunun bir örneğini vermişti bir görüşmemizde: "Mithat Dülge Ziraat Bankası genel müdürü. Bu görevini on sene sürdürdü. [İbnülemin'in evinde] ne okurdu bilir misiniz? Şaşıracaksınız şimdi. Dede'nin acemaşiran yürük semaisini, başından sonuna kadar: Ne hevâ-yı bağ-ı sâzed, ne kenârı kişt mârâ." Bu seçkin eserin güftesi Farsçadır. Gerçekten şaşırmış, "İnanılır gibi değil," demiştim. "Tabii efendim, inanılması zor şeyler şimdi bunlar. Ama o zaman öyleydi..." diye cevap vermişti.[1]
Nevzat Atlığ bu meclislerde böyle amatör ama seçkin musıkiseverlerin yanında meslekten musıkişinas olan birçok kimseyi tanıdı. Musıki meclisleri konulu görüşmelerimizin sonunda şöyle demişti. "Biz o meclislerde çok şey öğrendik, her şeyden önce meclis terbiyesini öğrendik." Ama sadece bunu değil, bir şey daha söylemişti, o meclislerin kendisi için itici bir güç olduğunu da.
1950’ye kadar olan dönemde benim musıki konusunda kendimi eğitmem, kendimi geliştirmem benim için çok önemliydi. İşte o yedi sekiz sene, elimizde saz, neresi bize uygun geliyorsa oraya arkadaşlarımızla koşup o çalışmalara iştirak ettik. Diyeceğim, kendimizi yetiştirmek bakımından da o devre son derece önemliydi bizim için. 1950’den sonra, Istanbul’a gelişimden dokuz sene sonra beni konservatuvara öğretmen olarak çağırdılar. Ben şahsen kendim müracaat etmedim. Demek ki o dönem zarfında bir yere kadar gelebilmişim. O aşamaya nasıl gelmiştim ben? Evet, ben şahsen, ferdî olarak çalıştım ama, işte bu meclislerden edindiğim istifadelerle bu aşamaya gelebilmişim. Çok önemli bu. [2]
Üniversite Korosu
Nevzat Atlığ adını daha geniş bir çevreye Üniversite Korosu ile duyurdu. Istanbul Üniversitesi korosu Türkiye'de kurulan ilk üniversite korosudur. Bugün birçok üniversitenin korosu vardır. Fakat Üniversite Korosu'nu onlardan biri sayamayız. Bir öğrenci korosudur gerçi, ama herhangi bir öğrenci korosu değil, öğrenci seviyesini çok aşan bir topluluktu. Istanbul'da musıki o yıllarda eğlence yerlerinde dinlenen musıkiyle sınırlıydı. Oysa Üniversite Korosu piyasa şarkılarıyla musıkimizi sulandırmayan, onu yüksek sanat seviyesinde tutan bir topluluktu.
Üniversite Korosu'nu 1942'de o yıllarda Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okuyan, Hüseyin Sadettin Arel'in öğrencisi Ercüment Berker kurmuştu. Sadettin Arel ile Salih Murat Uzdilek bu koronun çalışmaları sırasında nazariyat dersi veriyorlardı. Demek ki, "akademik" diyebileceğimiz bir yönü de vardı. Koro kısa zamanda musıki çevresinde büyük ilgi uyandırdı.
1946'da Berker'in fakülteden mezun olmasıyla, o zamana kadar koroda keman çalan tıp fakültesi öğrencisi Nevzat Atlığ koronun yönetimine getirildi. Istanbul Üniversitesi Talebe Cemiyetinin girişimiyle kurulmuş olan koro, gene aynı cemiyetle yürütülen çalışmalarla dağılmadan kurtarıldı, yeni elemanlarla takviye edildi. Nevzat Atlığ Üniversite Korosu'nu 1958'e değin on iki yıl yönetti. Bu on iki yıl içinde bu koronun konserlerinde, bakınız, kimler çalıp okudu: Alâeddin Yavaşca (tıp fakültesi öğrencisi), Selahattin İçli (tıp öğrencisi), İrfan Doğrusöz (tıp öğrencisi), Cüneyt Kosal (tıp öğrencisi, o yıllarda kanunî değil, okuyucu olarak koroya girmişti), Necdet Yaşar (iktisat fakültesi öğrencisi), Ahmet Çağan, Fikret Kutluğ, Cüneyt Orhon, Berhayat Anıl, Niyazi Sayın, Hüsnü Coşar, Gülseren Güvenli, Akın Özkan, Muazzam Sepetçioğlu, Yavuz Özüstün, daha niceleri... Bunların birçoğu, daha sonra Mesut Cemil'in "Klasik Koro"suna alınmıştır. Onların yanı sıra daha birçok değerli musıkişinas koronun faaliyetlerine katıldı. Şu isimlere de bakar mısınız: Kemal Niyazi Seyhun, Sadi Işılay, İzzettin Ökte, Vecihe Daryal, Süleyman Erguner (dede olan), Gavsi Baykara, Eyyubi Ali Rıza Şengel, Vecdi Seyhun, Emin Ongan, Fulya Akaydın, Sabri Süha Ansen... Bütün bu musıkişinaslar bu topluluğun faaliyetlerine seve seve katılırlardı. Koro 1950'li yıllarda ayda iki kez Istanbul Radyosunda da konser vermeye başladı. Radyo yayınları koronun ülke çapında tanınmasını sağladı.
Gündelik tüketime yarayan musıkiye yüz vermeyen, öğrenci seviyesini aşan bir topluluktu dedim. Konser programlarına bir göz atılırsa, Itrî, Zaharya, Ebubekir Ağa, Sadulah Ağa, Dede Efendi, Dellalzade gibi büyük bestekârların murabbaları, semaileri ile "şarkı bestekârları"nın ağırbaşlı eserlerinin seslendirildiği görülür. Ben koronun verdiği gerek Berker, gerekse Atlığ yönetimindeki konserlere gidenlerden konser için seçilen eserlerin alışılmadık bir disiplin içinde, çok başarılı bir şekilde seslendirildiğini dinledim. O konserleri dinleyenlerin dikkatini çeken ilk şey, bu kalabalık topluluktan çıkan sesin tek bir ses gibi hem-ahenk olmasıydı. Unison musıkide en önemli şey de budur zaten. Fasıl musıkisindeki ses çeşitliliğine alışmış olan kulaklar için alışılmadık bir sada olmalıydı bu.
Nevzat Atlığ çok çalışkan bir musıkişinastı dedim. Üniversite Korosu'nda keman çalan Yavuz Özüstün topluluğun çalışmaları hakkında şunu söylüyor: "Öyle bir amatör koro tasavvur ediniz ki, herkes tatile çıkmışken Nevzat beyin idaresindeki bu amatörler haftada üç gün, dört gün radyonun A Stüdyosuna kapanırdı, kapanırdık, o sıcak yaz günlerinde herkes denizdeyken biz orada klasik eserler üzerinde çalışırdık".[3]
Koronun başarı seviyesi hakkında da şu çarpıcı anısını anlatıyor kanunî Cüneyt Kosal:
O zaman Üniversite Korosunun konserleri radyoda muntazaman yayımlanıyordu. Çok iyi bir koroydu bu. Plakları vardır [radyo plakları]. Sözün burasında bir hâtıramı anmak isterim. Ben radyoda program sorumlusu olarak çalışırken, 1950-1960 arasındaydı, bir müzikolog gelmişti, ya Hollandalı ya da Avusturyalıydı. Radyoda kendisine bir müzik parçası dinletmek icap etti. Ben de Itrî'nin neva kârını dinlettim koronun plağından. Yabancı araştırmacı bu topluluğun üniversitelilerin kurduğu amatör bir koro olduğunu öğrenince, inanın, saçlarını çekiştirdi, bu nasıl bir icra diye! Onun bu sözü bana çok tesir etmişti. Üniversite Korosu'nun ne kadar seviyeli bir icra topluluğu olduğunu anlatabilmek için naklettim bu hâtırayı. [4]
İstanbul Radyosu
1950'lerde Istanbul Radyosu hayatı başlar. Burada önce, ilk devlet radyosu olan Ankara Radyosundan bahsedilmeli. Ankara Radyosu Istanbul'un önde gelen musıkişinaslarını toplamış, öte yandan yetenekli gençleri sınavla alıp eğitmektedir, bu yönüyle bir yarı okul kimliği içindedir. Nevzat Atlığ 1939'dan başlayarak, bu radyonun musıki yayınlarını dikkatle takip eder. Ankara Radyosunda yayınlar titizlikle hazırlanmakta, Türk musıkisi alanında çok güzel programlar yayımlanmaktadır. Mesut Cemil yönetimindeki Tarihî Türk Musıkisi Korosu'nun haftalık radyo konserlerindeki icra şeklinden çok etkilenir. Bir de Şerif İçli fasıllarından. Özellikle bu fasıl heyetinin okuyucuları olan Tahsin Karakuş, Safiye Tokay, Celal Tokses üçlüsünden.
Istanbul Radyosu açılınca Nevzat Atlığ 1949'dan 1999'a değin gerek idareci, gerekse musıkişinas olarak elli yıl içinde yer alacağı radyo camiasına girer. Zamanla Istanbul Radyosunun nerdeyse birçok kademesinde görev alır. 1954'te Müzik Yayınları Şefi olur. Radyoda "Küçük Koro"yu kurar, yıllarca yönetir. Bu koro Klasik Koro'dan farklı olarak, klasik eserlerin daha hafif parçaları ile seçme şarkılar okuyan, solistlere de yer veren bir topluluktu. 1955-1958 arasında, daha otuz yaşındayken, Istanbul Radyosu müdürüdür. O dönem bu radyonun en parlak yıllarıdır. Radyonun Türk musıkisi yayınlarını büyük bir titizlikte yönetir. Sanat değeri olmayan şarkıların okunmaması, bir şarkının okunmasından sonra aradan uzunca bir süre geçmeden aynı şarkının tekrar okunmaması için yayınların sıkı bir şekilde denetlenmesini sağlar. Radyonun tutumunu özetlerken, "Istanbul'da bizler Ankara'daki modeli benimseyip uygulamaya çalıştık," der.
Mesut Cemil arkadaşı Cevdet Çağla ile Bağdat Konservatuvarını kurup orada ders verdikleri yıllarda (1955-1959) Klasik Koro'yu da yönetir. Mesut Cemil'in 1963'te ölümünden sonra onun korosunu devralır, 1976'ya kadar da, on üç yıl boyunca yönetir. Mesut Cemil'in Bağdat'tayken bıraktığı koroyu devraldığı yılları da sayarsak on yedi yıl Klasik Koroyu o yönetmiştir.
Radyodayken, 1952-1954 arasında Belediye Konservatuvarı icra Heyetini yönetir; 1955-1975 arasında da aynı konservatuvarda solfej, repertuvar dersleri verir.
Nevzat Atlığ radyoda solistlere kemanla eşlik eder, saz eserleri programlarında çalar, Klasik Koro'nun yanı sıra zaman zaman fasıl heyetlerini de yönetir. Radyoda her haftası yoğun bir çalışmayla geçer.
Ben Nevzat Atlığ da içinde olmak üzere bu kuşağın radyocularına —1920 ile 1935 arasında doğan musıkicilerdir— çok saygı duyarım. Onların çoğu işlerini ciddiye alarak radyonun eski musıkimize yakışan bir seviyede icra edilmesi için gayret göstermişler, amatör bir musiki sevgisiyle ama profesyonel bir titizlikle çalıp okumuşlardır. Canlı yayınlarda müzik yayınları sorumlusu olan kişi yayını monitörden dinler, herhangi bir aksaklık olup olmadığını denetlerdi. Yeni musıki kuşaklarının onları tanıması, verdikleri emeği unutmaması gerekir. Radyo tarihinde adları saygıyla anılan musıkişinaslar vardır; Mesut Cemil, Cevdet Kozanoğlu, Ruşen Kam, Nuri Halil Poyraz gibi. Ankara Radyosundaki Türk musıki yayınlarının temelini onlar atmışlar.Nevzat Atlığ temel atmamıştır, ama onların mirasını Istanbul Radyosunda yıllarca başarıyla yaşattığı için bundan sonra onun da adı bu isimlere eklenmelidir.
Ne yazık ki, devlet radyolarının o parlak yılları çok geride kalmıştır bugün. Özellikle 1990'larda radyo yayınlarının seviyesinde büyük bir düşüş oldu. Radyo yayınları musıkimizin soyluluğuna yakışmayan zevksiz, piyasa işi parçalarla doldu. Mesut Cemil'in kurduğu, Nevzat Atlığ'ın sürdürdüğü klasik koro onlardan sonra büyük bir istikrarsızlık dönemine girdi, bir türlü toparlanamadı. Koronun son şefi Rıza Rit anlatmıştı bana: "Koroya şevk vermek için onları A Stüdyosunun önüne götürüyorum, bakın diyorum, bu koroyu işte bu stüdyoda Mesut Cemil yönetirdi, burada kimler okudu, kimler çaldı, bir hatırlayın..." Rıza Rit uyanmasını beklediği hevesin uyanmadığını görüyordu. Sonra bir gün geldi, o da bıraktı koroyu. Rıza Rit'in bana şu anlattığı da çok ilgi çekicidir: "Mesut Cemil zamanında, koronun yayın günü olan salı akşamları radyoda bambaşka bir hava eserdi. Herkes birbirine iltifat eder, bir televizyon yayını olmadığı halde, kadınlar mutlaka berberde saçlarını yaptırmış olarak, erkekler de takım elbiseleriyle gelirlerdi. Böylesine önem verilirdi Klasik Koro'nun programlarına."
Radyo tarihinde çok büyük bir yeri olan Klasik Koro Rıza Rit'ten sonra yayından tamamıyla kaldırıldı ne yazık ki. Nevzat Atlığ radyo yayınlarının bu acıklı hali karşısında büyük bir üzüntü duyuyordu. TRT Müzik Dairesi Başkanının kendisini TRT'yle ilgili bir sempozyuma davet etmesi üzerine ona, "Ben gelmeyeyim, gelirsem bütün gün sizi eleştiririm, çünkü artık pavyon müziği yapıyorsunuz," demiş, şunu da sözlerine eklemişti: "Tükettiğimiz elektrikten bile vergi alıp bizim paralarımızı nasıl soysuz müziklere harcıyor TRT, anlamak zor." [5] Bir telefon görüşmemizde bana da şöyle yakınmıştı: "Biz neler neler yaptık, işimizi ne kadar ciddiye almışız! Bu mu olacaktı sonuç, her şey boşa gitmiş! Hamiyet Yüceses'i bir yayında okuduğu gazeli şarkının kendisinden daha uzun tutunca kadıncağızı iki ay radyodan uzaklaştırmıştım, şimdi üzülüyorum buna..."
Devlet Korosu
1976'da Nevzat Atlığ'ın Devlet Klasik Türk Müziği Korosu dönemi başlar. Konserler artık radyo stüdyosunda değil, Atatürk Kültür Merkezi salonunda verilecektir. 1970'lerin ikinci yarısında Münir Nurettin Selçuk rahatsızlığı dolayısıyla Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti'nden ayrılmıştı. Onun ayrılmasından sonra bu heyet zamanla zayıfladı, sonunda konserleri Münir Nurettin zamanında gördüğü ilgiyi görmez oldu. Devlet Klasik Türk Müziği Korosu bu dönemde tam anlamıyla taze kan aşıladı musıki çevresine. Gerek mevsim içi konserlerinde, gerekse Istanbul festivallerinde çok başarılı konserler verdi. Her mevsimin açılış konserinde mutlaka bir kâr okunurdu. Bunların bazıları ilk seslendirmeydi; Abdülali'nin eviç; Dede'nin buselik, ferahfeza; Dede'nin Reis Mahmut Efendi'yle birlikte bestelediği Rast Kâr-ı Müşterek; Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya yakıştırılan Hicazhümayun; Sadullah Ağa'nın arazbarbuselik, Dellalzade'nin ferahnak kârları gibi. Mevlana'yı anma haftalarında da mutlaka bir mevlevi ayini okunurdu.
Mevlevi ayinleri o zamana kadar Konya'da sema ile seslendirilirdi. Semadan bağımsız, saf bir musıki eseri olarak okunması alışılmış bir icra değildi. Elimizde, Münir Nurettin'in plağa solo olarak okuduğu bayatî ayini ile Kâni Karaca'nın gene solo olarak stüdyolarda okuduğu birkaç ayin vardı. Bir konser salonunda toplu halde okunmuş bir örneği yoktu benim bildiğim. Münir Nurettin'in İcra Heyeti'ne okuttukları da bir ayinin ancak bir bölümüydü. Devlet Korosu birçok ayini başta sona titizlikle seslendirdi; şu ayinleri zevkle dinledik: Itrî'nin segâh; Dede'nin ferahfeza, hüzzam, sabâbuselik; Ali Nutkî Dede'nin şevkutarab; Derviş Mustafa Efendi'nin bayatî; Hüseyin Fahrettin Dede'nin acemaşiran; Künhî Abdürrahim Dede'nin hicaz; Sultan III. Selim'in sûzidilârâ; Zekâi Dede'nin sûzidil ayin-i şerifleri. Ayinlerin sema olmadan okunması ayin bestelerinin bir özelliğini daha bir görünür kılıyordu. Ayin bestesi semadan bağımsız kalınca, bu eserlerin saf musıki değerleri daha çok öne çıkıyordu. Nitekim, Niyazi Sayın, Necdet Yaşar, İhsan Özgen üçlüsü bazı ayinlerden seçtikleri bölümleri saz eseri olarak çalıyordu. Koronun okuduğu ayinler hakkında bilinmesi gereken bir şey daha var. Farsça bilenler Istanbul Konservatuvarı yayınlarından çıkan mevlevi ayinlerinin güftelerinin yazımında birçok hata olduğuna dikkati çekmişlerdir. Nevzat Atlığ okutacağı ayinleri Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümünün profesörlerine götürür, hataları düzelttirir, ondan sonra konser programına koyardı.
Musıki dağarı
Nevzat Atlığ'ın yönettiği korolara okutup çaldırdığı eserler yüzyılların süzgecinden geçen, sanat değeri tescil edilmiş eserlerdir. Hiçbir konserinde düşük değerli şarkı bulamazsınız. Radyoda yöneticiyken de bayağı şarkıların okunmasına izin vermemiştir. Eser seçiminde çok titizdir. Yirminci yüzyılda, musıkimizin son döneminde yaşamış olan bazı bestekârların da, örneğin Lem'i Atlı'nın eserlerini okutur, ama her eserini değil. Musıkimizde bir de değersiz denemeyecek, ama mutlaka yaşatılması gereken has eserleri tanıtmak, sevdirmek, yaymakla ödevli bir topluluğun dağarına sokulmaması gereken parçalar vardır. Bugüne değin hiç okunmamış daha nice eski eser varken, çağdaş bir bestekârın yeni bestelediği bir şarkıyı konser programına almak kabul edilemez. O türden eserleri, değerliyse, başka topluluklar, başka solistler okuyabilir.
Nevzat Atlığ'ın bir görüşü vardır dağar konusunda. 1970'lerde bir gazeteye verdiği demeçte şöyle demişti: "Klasik Türk musikisi Itrî ile başlar, Suphi Ziya Özbekkan'la biter." Bunu günün şarkılarının "klasik Türk musıkisi" ya da "Türk sanat musıkisi" diye anılmasına karşı bir tepki olarak söylemişti. Buydu bağlamı. Aynı görüşü daha sonra da dile getirdiği için söylemek istediği şey sadece bu değildi. Bu görüşünü anladığım kadarıyla açıklamak isterim. Musıkimizi Itrî ile başlatması Rauf Yekta'nın görüşü doğrultusundadır. Onun da şuydu görüşü: "Itrîden evvelki bestekârlarımızın eserlerinde —o devre ait edebiyatımızda olduğu gibi— az çok İran tesiri görülür; Itrî bu tesirin son izlerini de silmiş ve halis Türk musıkisi üslubunun mucitliği şerefini kazanmıştır."[6] Rauf Yekta'nın çağdaşları da böyle düşünürdü.
Nevzat Atlığ'ın Itrî ile başlatmasını anlamak kolay. Özbekkan demesi ilginç. Neden Özbekkan, açıklamamıştır bunu, ben tahminimi yazacağım. Özbekkan 1877 doğumlu, Osmanlı'nın son döneminde yetişmiş, 1927'de, kırk yaşındayken başlamış bestekârlığa. Demek, eski üslupları iyice özümsedikten sonra bestelemiş. Bu bestekârın bence en belirgin özelliği eski üslupların izinde yürümüş olmasıdır. Bir eski üsluplar araştırmacısıdır dense yeridir. Örneğin, "Ey bâd-ı sabâ, yâr ile vuslat ne zamandır" diye başlayan sabâ nakış yürük semaisinin bestekârını bilmeden dinleseniz, bir on sekizinci yüzyıl eseri diyebilirsiniz pekâlâ. Ama taklitçi de değildir. Taklitçi olmadığı gibi, kalıplaşmış nağmeler de yoktur eserlerinde. Eski eserlerde bulunmayan bir arayış olduğunu hissederiz eserlerini dinlerken. Eserlerinin çoğu "şarkı" türünde. Fakat bu şarkılarda murabba, semai duygusu uyandıran sık dokulu bir örgü vardır. Bu bakımdan, Nevzat Atlığ'ın onu Rauf Yekta, Suphi Ezgi, Ahmet Avni Konuk benzeri bir "geç klasik" gibi görmüş olabileceğini sanırım. Özbekkan'ın bazı şarkılarını da notaya aldığı için, musıkisinin yapısını daha yakından görmüş; eserlerinin yüksek sanat değeri taşımasının yanında, eski üsluplara bağlılığını da göz önünde tutmuş olabilir. Özbekkan başka bir açıdan da eskiye bağlıdır. Onun en çok ilgisini çeken, hayran olduğu bestekâr Tanburî Mustafa Çavuş'tu. Türkü, divan, koşma üslubuyla bestelediği parçalar Mustafa Çavuş'a birer nazire niteliğindedir.
Gelgelelim, "Klasik Türk musikisi Özbekkan'la biter" diye düşündüğü için, Türk musıkisi artık müzelik olmuştur demek istemiş olamaz. Musıkimizin "klasik" denen kısmını ayırt etmek amacıyla söylemiş olabilir bunu. Radyo elbette yalnızca "klasik" denen eserlere yer veremezdi. Çağdaş bestekârların belirli bir seviyedeki eserlerine de yer veriliyordu. Nevzat Atlığ radyo yönetimindeyken şarkı seçiminde şu ölçütü gözettiklerini söylüyordu:
Hem mükemmel bir icra temin edilsin, hem de programa girecek eserler iyi seçilsin istiyorduk. Genellikle klasik musıkimizin çerçevesi içerisinde kalınmasını, ama o dönemde bütün Türkiye'yi peşinden sürükleyen bestekârların eserlerine de yer verilmesini bekliyorduk. Kimdi bunlar? Selahattin Pınar, Sadettin Kaynak, Yesari Asım, Osman Nihat, Fehmi Tokay, Refik Fersan, Suphi Ziya Özbekkan gibi bestekârların eserleri, hattâ Şükrü Tunar'ın. Ama bu bestekârların da zarif sayılabilecek, radyoda daha evvelki programlarda yer alan eserlere aykırı düşmeyecek eserlerini seçiyorduk. [7]
Burada bazı gerçekleri göz ardı edemeyiz. Eski musıkimiz kendi vadisi içinde çok gelişmiş, eskiden olduğu gibi tekrar edilemeyecek bir yüksekliğe erişmiştir. Nasıl bugün Baki'nin, Nedim'inkiler gibi şiir yazılamazsa, Itrî'nin, Dede'nin üslubunda, aynı derecede değerli bir musıki yazılamaz. Nitekim, Cumhuriyet dönemi bestekârlarının büyük çoğunluğu, örneğin Nevzat Atlığ'ın adlarını andıkları, eski üslupları tekrar ya da taklit etmekten dikkatle sakınmış, değişen duyarlığa seslenmeye çalışmışlardır. Elbette bir bestekâr eski musıkimizin öğelerini yeni bir yapı içinde eriterek çağdaş tekniklerle modern eserler verebilir, buna da kimse karşı çıkmaz. Ama bunların da sanat değerinin kabul edilmiş olması gerekir.
İcra şekli
Nevzat Atlığ'ın yönettiği korolardaki uygulamaya gelince, daha ilk dinleyişte fark edilecek özelliğini Üniversite Korosu üzerinde dururken belirtmiştim: okuyuculardan çıkan sadanın tek bir ses gibi duyulması. Akortsuz tek ses bu ahengi bozabilir. Nevzat Atlığ provalarda böyle bir ses çıkarsa, onu bulabilmek için kendine özgü ilginç bir yöntem uygularmış. Korosunda on iki kişi varsa, ikiye ayırır, önce birine, sonra öbürüne okuturmuş. Daha sonra altılı kümeleri üçerli olarak ikiye bölermiş, böyle böyle yol alarak kümeleri küçülüp tek kişiye kadar indirip aradığı bozuk sesi bulurmuş...
Yönettiği korolarda provaya büyük önem verirdi. Bu elbette böyle olmalıdır. Ama onun, başka hiçbir koro şefinde görmediğimiz kadar çok prova ettirdiğini biliyoruz. Öyle ki, herkesin ezbere bildiği varsayılan eserleri bile sanki ilk kez okunacakmış gibi provalarda defalarca okuturmuş. Korosunda görevli olan tanıdıklarım bir salon konserinin provalarının konser gününe kadar her gün devam ettiğini söylerler. Bazı musıkiciler vardır, hiç çalışmadan konsere çıkarlar, nasıl olsa ezbere biliyoruz diye. Ama böylelerinin konserde mahcup duruma düştükleri çok görülmüştür.
Devlet Korosu'nda bütün eserler ezbere okunurdu. Farsça güfteli mevlevi ayinleri de ezberden seslendirilirdi. Daha önceki bütün korolarda topluluğun okuyucuları nota yapraklarını çarşaf çarşaf açarlar, notalara bakarak okurlardı. Doğrusu, Nevzat Atlığ'ın radyo korosunda da, üniversite korosunda da manzara buydu. Ama Nevzat Atlığ devlet korosunu kurunca bu çirkin manzarayı değiştirdi, bütün eserlerin ezberletildiği konserler verdi. Köklü bir değişikliktir bu Türkiye'deki salon konserlerinde. Burada istenmeyecek şey sahnede gördüğümüz manzaranın çirkinliği değildir sadece. Ciddi bir musıki türü hiçbir ülkede nota kıraat eder gibi seslendirilmez. Batı musıkisinde icracılar bir saatlik uzun eserleri ezberleyip çıkarlar sahneye. İyi bir icradan beklenen şey notaya bir yorum getirmesidir elbette. Yorum getirebilmesi için de eseri iyice özümsenmesi şarttır. Ezberlemeden nasıl yorumlayacaktır musıkisini?
Nevzat Atlığ'ın musıki hafızası çok güçlüydü. Okuttuğu, çaldırdığı bütün eserlerin bestesi de, güftesi de notası notasına, kelime kelimesine ezberindeydi. Ölümüne dek hiçbir zaman zayıflamadı hafızası. Bodrum'a yerleştikten sonraki telefon görüşmelerimde fark ettim ki, hayatındaki olayların hepsini yaşı çok ilerlediği halde bütün ayrıntılarıyla hatırlıyordu.
Hafıza demişken, yıllar önce bir gazetede çıkan şu anısını buraya almak yerinde olacak:
Büyük şairimizle [Yahya Kemal] son defa 1957 yılı kışında görüşme fırsatım olmuştu. Necmi Rıza ile gittiğimiz Park Otel'de üstad, dostları ile birlikte idi. Bizi yanına çağırarak iltifatlarda bulundu ve Necmi Rıza'dan Nevakâr'ı okumasını istedi. Necmi Rıza özür dileyerek okuyamayacağını ilave etti. Ben de üstadın arzusunu yerine getirebilmek için elimden geldiği kadarıyla ilk terennümün sonuna kadarki bölümünü okudum. [8]
Nevzat Atlığ salon konserlerinde mikrofon kullanmazdı. Bu da çok önemlidir. Mikrofon doğal sesi değiştirir. Ciddi bir musıki türünde mikrofon kabul edilemez. Kimi toplulukların konserlerinde birçok mikrofon görürsünüz sahnede. Kulağımıza gelen ses gazino musıkisi gibidir. Nevzat Atlığ bir sohbetimizde şöyle demişti: "Mikrofon yokken, ben koronun önündeyken öyle zengin sesler duyarım ki..." "Peki," demiştim, siz koronun önündesiniz, salonun arka sıralarındaki dinleyiciler ne yapsın? Ses onlara aynı zenginlikte ulaşır mı?" "Yine de mikrofondan gelene göre daha zengin bir ses duyar," diye cevap vermişti. Çok haklıydı.
Ben Nevzat Atlığ koroları arasında en çok Istanbul Radyosundaki koroyu dinlemekten zevk almışımdır. Nedenini açıklayabilirim. Radyodaki koroda yer alanların hepsi birer solisttir, hem de radyonun önde gelen solistleri. Bundan dolayı daha kulak okşayıcıdır, daha kişiliklidir onların yer aldıkları korolardan çıkan sesler. Bunun benim öznel görüşüm olduğunu sanmam. Nevzat Atlığ yönetimindeki, Istanbul Radyosu icracılarının yer aldığı dört uzunçalar vardır. İlki 1969'da, öbür üçü 1970'lerin hemen başında çıkmıştır. Çok güzel kayıtlardır bunlar. Bunlardan birinin arkasında icracıların adları da yazılmıştı; dokuz saz, altısı kadın, altısı erkek on iki okuyucu vardı. Radyoda da aşağı yukarı böyle olmalıydı. Sazların seslerini ayırt edebiliyordunuz.[9]
Oysa "devlet korosu" çok kalabalıktır. Bu koro Atatürk Kültür Merkezi gibi büyükçe bir salonda konser verdiği için sesini bütün salona duyurabilmek için kadronun geniş tutulduğu söylenebilir belki. Ama sazlar çok sayıda olunca saz eserlerinde, aranağmelerinde, sözlü eserlerdeki saz paylarında hiçbir sazın sesi ayırt edilemiyor, tek tek sazların icraya katabileceği bir çeşni kalmıyor, onun yerini baştan sona tutti halindeki bir orkestra sesi alıyor. Doğrusu, bu kıyaslama bizi daha derin bir tartışmaya çeker: Türk musıkisi bir konser salonu musıkisi midir? Değildir bana kalırsa, ama kitlelere musıki vermek de gerekir. Böylece musıkimizin bir çıkmazıyla yüz yüze geliriz.
Hakkındaki eleştiriler
Nevzat Atlığ'ın devlet korosundaki icra şekli 1980'lerde bazı kimselerce eleştirildi, hem de sert bir dille. Bu eleştirilerin en yaygın olanı, Nevzat Atlığ'ın mevlevi ayinleri dışında vurmalı saz kullanmıyor olmasıydı. Vurmalı saz kullanılmadığı için de usûl diye bir şey kalmıyordu eleştirenlere göre. Bana kalırsa, Nevzat Bey'in tercihi çok doğruydu. Musıki eseri metronom hareketlerine, saatin tiktakları gibi bir işleyişe, böyle ilkel bir uygulamaya mahkûm edilemez. Çoğu kez yeknesak, sıkıcı bir icra çıkar ortaya. Bir vurmalı saz, ona bağlı olarak da bir usûl fetişizmi vardı o yıllarda. Toplulukları yönetenler vurmalı saz kullanmıyor diye eleştirilmekten korkar oldular. Nerdeyse bütün topluluklarda, Nevzat Atlığ'dan sonraki radyo klasik Türk musıkisi korosunda bile vurmalı saz, kudüm, kullanılmaya başladı. Dahası, tek okuyuşlarda bile soliste eşlik edenlere vurmalı saz eklendiğini bile gördük! Bugün bile kimi topluluklarda bir değil, iki, üç daire kullanıldığını görüyoruz. Bu toplulukları dinlerken kudümün, dairenin / dairelerin gümbür gümbür vuruşları arasında beste gölgeleniyor, ezgi etkisini kaybediyor. Hele soliste eşlik edenler arasında vurmalı saz varsa, vuruşlar solistin önünü kesiyor. Oysa bir eserin çok ritmik bir yapısı varsa, ud, lavta, kanun, yeri gelince kemanla viyolonsel de pizzicato denen parmak vuruşlarıyla çok daha güzel, zengin ritmik hareketlenmelere geçebilir. Vurmalı saz -usûl konusu Nevzat Atlığ bağlamı dışında da sık sık ortaya sürüldüğü için biraz daha üzerinde durulmaya değer.
Vurmalı saz olmayınca usûlden düşülür mü? Usûlden düşmemek için bir vurmalı sazın tiktaklarına muhtaç mıdır musıkişinaslar? İşini bilen bir musıkişinas usûlden düşmez. Hem, bir koro icrasında topluluğu şef mi yönetecektir, vurmalı saz mı? Şef yönetecekse vurmalı sazın işlevi nedir? Tek okuyuşta da solist kendi yönetiminden vazgeçip yerini vurmalı saza mı bırakacaktır? Sonra, usûl denen şey, besteden ayrı bir unsur değildir ki, bestenin kalıbıdır. Bir icracı ne kadar değişik bir yorum getirirse getirsin, usûl yine büsbütün kaybolmaz, bir derinliğe iner, ezgide içkin kalır. Usûl olmadan beste olmaz zaten. Aslında, Osmanlı-Türk musıkisinde ezgi, usûlü aşar. Güftedeki aruz kalıplarını da aşar. Daima öndedir ezgi.
Nevzat Atlığ'ın vurmalı saz kullanmaması karşısında "Ama Mesut Cemil de, Münir Nurettin de kullanırlardı" diyenler oldu. Mesut Cemil sadece Tarihi Türk Musıkisi Ünison Erkekler Korosu etiketiyle çıkan taş plaklarda kullanmıştır, Ankara Radyosunda kurduğu koronun ilk yayınlarında da kısa bir süre kullandığı eldeki kayıtlarda görülüyor. Mesut Cemil çok deneysel bir musıkişinastı. Bir şeyi bir süre dener, memnun kalmazsa ısrar etmez, kararını değiştirirdi. Nitekim, onun yönettiği koroların günümüze kalan kayıtlarında uyguladığı değişiklikleri açıkça görebiliyoruz. Koro yönetiminin sonraki olgun örneklerinde vurmalı saza rastlanmaz.
Münir Nurettin'e gelince, yönettiği Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti'nde zaman zaman kudüm kullanmıştır. Ben sordum soruşturdum, neden kullanmış diye, aldığım cevaplar karşısında şaşakalmışımdır. O koroda yıllarca okuyan Muzaffer Birtan şöyle demişti bana: "Belediyenin kadrosunda bir kudümzen vardır, onun maaş alabilmesi için alınmıştır heyete."
1960'ların ilk yarısında Istanbul Radyosunda Ahmet Çağan yönetiminde Istanbul'un Sesi korosu vardı. Çok değişik bir icra şekli uygulayan mükemmel bir koroydu. Orada da vurma saz kullanılmamıştır. Kullanılmış olsaydı, bu koronun o güzel nüansları verilemezdi.
Fasıllarda darbuka kullanan heyetler vardır, darbuka doğrusu çekilir şey değildir. Oyun havalarında kullanılabilir darbuka. Fasıl heyetinin tek vurmalı sazı pek zarif bir saz olan zilli deftir; kulaklarımız da bu sazı sesine çok alışmıştır. Nevzat Atlığ fasılda da def istemezdi. Ben bir fasıl sever olarak defsiz bir fasıl düşünemiyorum doğrusu.
Bir de demişlerdir ki, Mesut Cemil gibi Nevzat Atlığ da sık sık, notada bulunmayan point d' orgue'lar kullanıyor. Bu da temelsiz bir görüş. Bu Fransızca terim bir notanın üstüne konan özel bir işarettir, o işaret bir notanın genellikle iki katı kadar uzatılabileceğini, ama icracının yorumuna bağlı olarak istenildiği kadar uzatılabileceğini göstermek için kullanılır. O korolarda seslendirilen eserlerin doğrudan doğruya bestekârlarının kaleminden çıkmış notaları yoktur ki elimizde. Bestelenişinden bu yana çok uzun zaman, çoğunda yüzyıllar geçmiş, bir yığın musıkişinasın tezgâhında yeniden dokunmuştur. Kısacası, aramıza büyük mesafe girmiştir. Böyle bir olgu karşısında her icracı bir özgürlük alanı elde eder. Yüzyıllar önce yazılmış bir tiyatro oyununu sahneye koyan bir yönetmen o oyunu nasıl günümüzün anlayışına, duyarlığına yaklaştırmaya çalışırsa, musıkişinaslar da aramıza giren mesafeyi azaltmaya çalışırlar. Kısacası, günümüzün her yorumcusunun her eski eser üzerinde tasarruf hakkı vardır. Tempo da icracının yorumuna göre değişebilir, bir eserin ölçüsünü istediği tempoya göre uygulamakta da özgürdür icracı.
Nevzat Atlığ sitesi
Nevzat Atlığ'ın yönettiği konserlerden birçoğunun kayıtları birkaç yıl önce kendi adına Genelağ'da kurulan sitede bir toplandı. Istanbul Radyosundaki Küçük Koro'dan dört programın, yine Istanbul Radyosu Klasik Türk Müziği Korosu'nun programlarından seçmelerin, Istanbul festivali konserlerinden birkaçının, hazırlayıp yönettiği sekiz faslın, bu arada Üniversite Korosu konserlerinden birkaçının bir arada bulunabilmesi çok sevindirici. Bu kayıtların tamamını dinleyen biri geniş bir külliyat edinir. Sitede bunlara eklenen, eserlerin notaları, görüntülü konserler, belgeseller, fotoğraf galerisi. makaleler, Nevzat Atlığ'ın yıllarca birlikte çalıştığı Sadi Işılay ile İzzettin Ökte'nin taksimleri siteyi daha da zenginleştiriyor. Ben de onun sitesine bir hayli kayıt sağladım. 1980'lerde çok iyi bir kayıt cihazı edinmiştim. Devlet korosunun konserlerine düzenli olarak gider, cihazımın mikrofonunu şef kürsünün hemen arkasına yerleştirirdim. O yıllarda konserlerin kaydedilmesine izin veriliyordu. Sitedeki mevlevi ayinlerinin çoğu, o zamana değin hiç okunmamış bazı kârlarla murabbalar da benim kendisine zevkle verdiğim kayıtlardan.
Anıları
Nevzat Atlığ kendisinden bir önceki kuşakla birlikte dört kuşağın musıkişinaslarıyla tanıştığını, onların de pek çoğuyla musıki icra ettiğini söylemiştir birçok kez. Kendisinden önceki kuşaktan Kemal Niyazi Seyhun, Suphi Ziya Özbekkan, Fehmi Tokay, Refik Fersan gibi musıkişinaslar da kendilerinden öncekileri tanımışlardı. Örneğin, Kemal Niyazi Seyhun Rahmi Bey'i tanımış, Özbekkan kemençeci Vasil'den ders almış, Levon Hancıyan'dan meşk etmişti. Daha niceleri akla gelebilir eskilerden; Udî Nevres, Hacı Kirami Efendi, Bestenigâr Ziya, Kaşıyarık Hüsamettin beyler gibi. Şüphesiz, Nevzat Atlığ'ın hafızasında yığınla musıki anısı birikmişti. Musıkide dört kuşağı tanıdığını söyleyen bir kimseden beklenen şey, onlarla ilgili anılarını yazması değil midir? Nevzat Atlığ gerek yüz yüze tanıdıklarıyla ilgili anılarını, gerekse eski kuşağın bir önceki kuşak hakkında kendisine anlatmış olduklarını anlatabilirdi bizlere. Yazar değildir, yazmasını bekleyemezdik, ama bunları bir nehir söyleşiyle aktarabilirdi. Bazı anılarını zaman zaman kendi çevresine anlatmıştır. Anlattıkları, daha anlatacak çok şeyi olduğunu gösterir. Birileri bunu akıl edip kendisine yardımcı olabilirdi belki. Anılar musıki tarihimizin yakın geçmişine ışık tutar. Bunların geleceğe aktarılması da bir musıki faaliyetidir. Musıkişinaslarımızın buna önem vermemesi üzüldüğüm bir şeydir.
***
Sözlerimin sonunda, Nevzat Atlığ'ın çok çalışkan bir musıki adamı olduğunu bir kez daha önemle belirtmek isterim. Radyodayken bir hafta içinde birkaç yayına birden çıkıyordu. Nevzat Atlığ'ın üzerinde hep önemle durduğu bir dert vardır: günümüzde ciddi bir musıkişinasın başta gelen ödevinin basit eğlence amaçlı musıkiyle sanat değeri taşıyan musıkiyi mutlaka ayırt etmek olduğunu söyler. Çünkü bu iki musıki bizim ortamımızda birbirine karıştırılmıştır. Kendi kuşağının birçok değerli musıkişinası gibi Nevzat Atlığ da Osmanlı-Türk musıkisini yüksek sanat seviyesine çıkmış bir musıki olarak görüyordu. Böyle gördüğü için de dağardan eser seçerken dinleyicisinin zevk seviyesini yükseltme kaygısını duymuştur hep. Hamasi duygularla Türk musıkisine sahip çıkar görünen ama aslında musıki zevkinden yoksun kişilerin değil, aydın insanların musıkimizi sevmesine önem verirdi. Erken Cumhuriyet döneminde geleneksel musıkimiz aydın desteğinden epeyce yoksun kalmıştı. Yeni kuşak aydınlarının bu musıkiyi severek dinlemesi, ona değer vermesi Nevzat Atlığ için çok önemliydi.
Bu ülkede hiç eleştirilmemiş musıkişinas yok gibidir. Nevzat Atlığ da eleştirilmiştir, hem de kimilerince saldırgan bir dille. Çok nazik bir insan olan Nevzat Atlığ bu sert eleştiriler karşısında serinkanlılığını kaybetmedi, nezaketini, efendiliğini elden bırakmadı. Ama, öyle inanıyorum ki, yersiz görüşlerle onu yıpratmaya çalışanlar, bugün, musıkimizin hiç de iç açıcı olmayan durumu karşısında Nevzat Atlığ hakkında yazıp söylediklerini geri alırlardı. Geleneksel musıkimize onun gibi durmadan hizmet etmiş bir musıki adamı artık kolay kolay çıkmaz çünkü. Bunu görmüş olabilirler. Biz böyle bir insanın eksikliğini hep hissedeceğiz.
Ben Nevzat beyi musıkişinaslığı yanında bir insan olarak da tanıdım. Mesafeli ama soğuk olmayan, içtenlikli, açık sözlü, düşündüğünü çok iyi ifade edebilen, temiz bir Türkçeyle konuşan, muhatabına daima saygılı, çok nazik bir beyefendiydi. Kendisine bir şey sorduğum zaman, çoğu kez "efendim", "caanım efendim", "mîrim" gibi, musıki güftelerimizdeki zarafete yakışan sözlerle başlardı konuşmaya. Eşi Vedia Atlığ da kendisi gibi zarif bir insan olmalıydı. Kendisiyle tanışmadım, ama onun da musıkiye ne kadar saygılı bir insan olduğunu gösteren ilginç bir tanıklığım var. Bu anma yazısını onun bir davranışıyla tamamlayacağım. Nevzat beyin AKM'de yönettiği bir devlet korosu konserinde eşimle ben Vedia hanımla yan yana oturuyorduk. Onun yanında da orta yaşlı bir kadın vardı. Konser sırasında sık sık, rahatsız edici bir şekilde, keskin keskin öksürüyordu. Vedia hanım çantasından bir pastil çıkardı, o hanıma "Şunu bir çiğneyiverin hanımefendi" demez mi! Kadının öksürüğü hemen yatışmıştı.
[1] Açık Radyoda 5, 6, 9 Ocak 2005 tarihlerinde yayımlanan, Nevzat Atlığ ile musiki meclisleri konulu görüşmeler. Bu görüşmeler bir dizidir. Meclislere katılan bütün musıkişinasların anlattıklarını kitap olarak yayımlayacağım.
[2] Aynı görüşmelerden.
[3] Açık Radyoda 28 Mayıs 2000'de yayımlanan "Radyo Anıları" dizisindeki görüşme. Bu görüşmelerin metinlerini de kitap olarak yayımlayacağım.
[4] Açık Radyoda 12 Mart 2000'de yayımlanan "Radyo Anıları" dizisindeki görüşme.
[5] Savaş Ay, TRT Artık Pavyon Müziği Yapıyor", Sabah, 6 Aralık 2009.
[6] "Önsöz", Türk Musıkisi Klasiklerinden Mevlevi Ayinleri, II, yedinci cilt, Istanbul Konservatuvarı Neşriyatı, Haşim Matbaası, Istanbul, 1934, s. VI.
[7] Daha önce anılan, Açık Radyoda 1999'da yayımlanan uzun söyleşiden.
[8]Basında Nevzat Atlığ, 1949'dan Günümüze, Üstün Eserler dizisi, Bakırköy Musıki Konservatuvarı Vakfı Yayınları, Istanbul, 2010, s. 55. Metnin aslı 16 Şubat 1960'ta Dünya gazetesinde çıkmış.
[9] Bu dört uzunçalardan ikisi Aras, biri Neva, biri de Radyofon etiketlidir. Birinde sadece Dede Efendi'nin, birinde Şevki Bey'in, öbür ikisinde karışık eserler yer alır.