Müzeyyen Senar 8 Şubat 2015 Pazar günü öldü. Yaşı tutmayanlar, onun taş plakları ile eski radyo kayıtlarını dinleyemeyenler Müzeyyen Senar’ı mübalağalı bir üslupla şarkı söyleyen kalın sesli bir gazino şarkıcısı olarak tanırlar. Ne yazık ki böyle bir durum var. Oysa Müzeyyen Senar sadece geniş halk kitlelerinin değil, sesinin en güzel çağındayken güç beğenir musıki adamlarını da etkileyebilmiş olan, yirminci yüzyılın çok güzel sesli musıkişinasları arasında en ön sırada yer alan bir sanatkârdı. Ülke çapındaki şöhreti boşuna kazanılmış bir şöhret değildi.
Ben Müzeyyen’i ilkin taş plaklarıyla tanıdım, o plaklarla sevdim. Radyo kayıtlarından bazılarını sonradan bulup dinleyebildim. Müzeyyen Senar denince aklıma hep o taş plaklardaki bülbül gibi şakıyan ses gelir. Bu yüzden, sesini kaybettikten sonra doldurduğu albümleri dinleyemem. Çünkü şuna inanırım: sadece musıkide değil, sanatın bütün dallarında sanatkâr sıfatına hak kazanmış olan herkes en iyi ürünleriyle anılmalıdır.
Çok genel laflardan, kuru medhiyelerden sakınarak onun musıki hayatına yakından bakmaya çalışırsak, genç kuşakların tanıma imkânı bulamadığı asıl Müzeyyen Senar nasıl bir musıkiciydi? Hangi şartlarda yetişmişti? Onun icracılığını nasıl değerlendirmeliyiz? Başka hanendelerden onu ayırt eden şey nedir?
Müzeyyen Senar 16 Temmuz 1918’de Bursa'da doğdu. Sahibinin Sesi plak şirketinin 1935’te yayımladığı “Türkçe Plaklar” adlı kitapçıkta Müzeyyen’in musıkiye nasıl başladığı şöyle anlatılmış:
“Küçük muganniyemiz Bayan Müzeyyen 1919’da Bursa’da doğmuştur. Hilkatin ona bahşettiği müstesna sesini Müzeyyen, varlığındaki büyük kabiliyetle az zamanda dinleyenlerin takdirini kazanacak kadar nefis bir hale getirdi. Bu küçük kızın fevkalade istidadını gören maruf musıkişinas Bay Kemal Niyazi [Seyhun] ile udî Hayriye Hanım [Örs] onu himayelerine aldılar ve çalıştırmaya başladılar. Derslerine muntazaman devam eden Müzeyyen çok zaman geçmeden billûrî ve şakrak sesi ile güzel şarkılar okumaya başladı. Radyoda da çok güzel okuyor ve çok seviliyordu. Bir gün hocası Bayan Hayriye ile kıymetli bestekâr Bay Artaki’yi [Candan] ziyaret ettiler. Bay Artaki onu dinledi ve çok takdir etti ve derhal birkaç eser meşk etmeye başladı. Bilâhare Hafız Sadettin [Kaynak] ve Mustafa Nâfiz’den [Irmak] epey eser meşk etti, öğrendiği eserleri Müzeyyen ilk defa Sahibinin Sesi plaklarına büyük muvaffakiyetle okudu. Küçük varlığının büyük kabiliyeti ile sesini sanat aşkına verdiği heyecanla okuduğu şarkıları ruhunda yaşatan bu mini mini sanatkâr istikbalin bir yıldızı olacaktır, onu daima alkışlayacak ve takdir edeceğiz.” (1)
O yıl, yani 1935’te, daha on yedi yaşındayken on yedi plak doldurmuştu genç Müzeyyen. Gerçekten de, o, kemençeci Kemal Niyazi Seyhun ile udî Hayriye Hanım’dan büyük teşvik ve himaye görmüştü. İkisi de değerli musıkicilerdi.
1931’de Üsküdar Musıki Cemiyeti’ne girmişti; altı ay burada Emin Ongan, Necati Tokyay gibi hocalardan faydalandı. 1932’de Emin Ongan’ın tavsiyesiyle Şark Musıki Cemiyeti’ne girdi. Süreyya Paşa (İlmen) başkanlığındaki cemiyet o yıllarda sık sık konser veriyordu. . Kadrosunda zamanın en seçkin musıkicileri vardır; Kemal Niyazi Seyhun ile sanat arkadaşı Hayriye Örs de onlar arasındaydı. Müzeyyen bu çevrede bir yıl geçirir; nota okuma becerisini geliştirir, makam, usûl bilgileri öğrenir. Fakat cemiyetin konserlerine katılıp katılmadığını bilmiyoruz. Aynı yıl, 1932’de, önce Sirkeci’deki büyük postanenin üst katında faaliyet gösteren, daha sonra Beyoğlu Ambassadör Hanı’na taşınan, Telsiz–Telefon Şirketinin yönetimindeki en eski Istanbul radyosunda okumaya başladı. On dört yaşındadır. Sirkeci’deki ilk radyo istasyonunun demirbaşlarından Cevdet Kozanoğlu, radyo programlarının daimi sazende ve hanendelerinin adlarını verdikten sonra, şu notu da ekliyor: “Bunlara ek olarak misafir gruplarında Kemal Niyazi Seyhun (kemençeci), udî Hayriye Hanım (Örs), Müzeyyen Senar, Eyüplü Mustafa Sunar, Safiye Ayla da yayına girerdi.” (2) Perşembe günleri ilgiyle dinlenen, Kemal Niyazi Bey’in de eşlik ettiği radyo programları Müzeyyen adının daha geniş bir çevrede duyulmasını sağladı.
Müzeyyen Senar'ın radyo programlarını dinleyenler arasında Istanbul'un en gözde gazinosu olan Belvü gazinosunun sahibi İbrahim Dervişzade de bulunuyordu. Dervişzade gazinonun Cumhuriyetin kuruluşunun 10. yılı şerefine 1933 yılının yaz mevsimi için hazırladığı yıldızlar programının kadrosuna on beş yaşındaki Müzeyyen’i de almıştı. Müzeyyen Senar daha sonraki yıllarda Istanbul’un bütün gözde saz salonlarında (“saz salonu” o yıllarda müzikhol anlamında kullanılırdı), gazinolarında, bahçelerinde sahneye çıkacaktı: Kristal, Novotni, Maksim, Tepebaşı, Bebek, Çifte Saraylar Bahçesi, Küçük Çiftlik Parkı…
Müzeyyen ilk plağını da o yıl, 1933’te doldurdu. Columbia plaklarına okuduğu, Yesari Asım Arsoy’un “Ümitlerim hep kırıldı / Yârim artık gelmeyecek” güfteli, “Aşk ve İnkısar” adlı hüzzam şarkıydı bu. Plak çalışmaları böylece başlamış oluyordu.
Bu plağı dinleyenler etiketindeki “Bayan Müzeyyen” yazısını görmeseler bu sesin onun sesi olduğunu anlayamazlar. Plağı dinleyenler bu gerçeği hemen teslim ederler. Bu ilk plaktaki sada, üslup Lale-Nerkis hanımları andırır. Sadece bu plakta değil, o yıllarda doldurduğu ilkgençlik plaklarında da (mesela Artaki Candan’ın “Koklasam saçlarını bir gece tâ fecre kadar” güfteli nihavendinde, İzak Varon’un “Baygın suların göğsüne yaslandı da bî-tâb” güfteli hüseynî şarkısında) bu üslup görülür. Radyoda da bu üslupla, aynı ses tınısıyla okuyor olmalıydı ki, Safiye Ayla onu uyarma ihtiyacını duyar; bir gün çıkıp Istanbul radyosuna gelir, genç Müzeyyen’le konuşur. Müzeyyen Senar anlatıyor:
“[Istanbul radyosunda] Program bitince bana Safiye hanım seni görmek istiyor dediklerinde çok şaşırmıştım. Müdürün odasında oturuyordu. (…) Önce yaşımı sordu. Söyledim. ‘Bak yavrum, senin programını dikkatle dinledim. Tek hatalı notaya bile basmadın. İcran mükemmel ama, sen ne Nimet, ne Belkıs, ne de Lale Hanım olmak mecburiyetindesin. Kendin olmalısın. Sesin çok güzel çünkü. Bu söylediklerimi lûtfen hocalarına da söyle. Onlar benim ne demek istediğimi anlayacaklardır.’ O sırada ne söylediğini çok iyi algılayamamıştım. Ama Safiye Hanım’la tanıştığım için mutlu bir şekilde eve dönmüştüm. Hayriye Hanım’a bu sözleri aktardığımda bana ‘Safiye Hanım doğru söylemiş,’ dedi. (…) İlk doldurduğum taş plaklar dinlenirse Safiye Ayla’nın söyledikleri çok iyi anlaşılacaktır.” (Dikici, s. 32-33)
Böylece Müzeyyen kendi üslubunu aramaya başlar…
Müzeyyen Senar 1938’de, ilk devlet radyosu olan Ankara radyosuna girdi. 1939’da Ankara radyosunun 1. numaralı stüdyosunda çekilen bir fotoğrafta onu, Vecihe Daryal, Safiye Tokay, Fahire Fersan, Radife Erten, Semahat Özdenses, Melek Tokgöz, Mefharet Yıldırım’ın yanında, radyonun ilk kadın icracıları arasında yer aldığını görüyoruz. (3)
Radyo yılları Müzeyyen Senar’ın hayatında bir dönüm noktasıdır. Mesut Cemil, Cevdet Kozanoğlu, Ruşen Ferit Kam, Nuri Halil Poyraz gibi seçkin musıkişinasların ders verdikleri bir musıki okulu gibiydi Ankara radyosu o yıllarda. Müzeyyen Senar Ankara radyosunda musıkimizin “klasik” denen en ciddi, en ağırbaşlı örneklerini tanıdı. Mesut Cemil’in Ankara radyosunda kurduğu “Klasik Koro”da okudu. Burada birçok seçkin eser öğrendi. Kendi ifadesine göre, elli dört makamda 460 klasik eser öğrenmişti. Bunlar sadece klasik eserlerdir; daha o yıllarda dağarında en az üç bin eser vardı. Bunların yanı sıra radyoda türküler de öğrenmişti; yine kendi açıklamasına göre, 67 türkü ve koşma öğrenmiştir. (bkz. Dikici, s. 79) Nitekim, türkü okumadığı bir konseri yoktur; bütün konserlerini türkülerle tamamlardı.
Müzeyyen Senar 1938-1941 arasında Ankara, daha sonra da henüz özel sektörce işletilen Istanbul radyosunda, 1949’dan sonra da devlet radyosu olarak kurulan Istanbul radyosunda okudu. Müzeyyen Senar’ın bilgisini ve üslubunu geliştirdiği radyo yılları musıki hayatının bugün daha az bilinen bir dönemidir. O yıllarda radyo programları canlı olarak yayımlandığı için, o dönemden günümüze çok az şey kalmıştır sanıyorum. Fakat 1949’dan sonra devlet radyosu olarak yayınlara başlayan Istanbul radyosundaki kayıtlarından birkaçı günümüze kalmıştır. TRT’nin bunları mutlaka yayımlaması lazımdır.
Müzeyyen Senar plakları ve radyo konserleri ile musıkiye yeni bir lezzet getirdi. Çok tatlı, yumuşacık bir sesi vardı. Sadece sesiyle değil, edasıyla da etkileyiciydi. Okuyuşu son derece cana yakın, kalbe dokunan bir içtenlikteydi. Programına aldığı şarkıları mutlaka hissederek okurdu. Şarkının nağmesi kadar güftesi de etkilerdi onu. Hissederek okumanın icraya neler kazandırdığını biz ilkin en belirgin şekilde Müzeyyen Senar’da görmüşüzdür. Şunu rahatça söyleyebiliriz: zamanının okuyucularının hiçbirinde onun sesindeki, yorumundaki sıcaklık yoktur. Müzeyyen’den daha birikimli, eser dağarları daha geniş okuyucular vardır, ama Müzeyyen’deki sımsıcak samimiyeti, cana yakınlığı, rikkati bulamayız onlarda. Onun okuyuşunun en ayırt edici yönü, Müzeyyen’i Müzeyyen kılan şey budur. Hani gönül telimizi titretenler denir ya, bu belki de en çok ona yakışır. Taş plağa okuduğu, Kadri Şençalar’ın dügâh ninnisini (“Yine o menekşe gözler aralı”) dinleyin, bu okuyuştan etkilenmeyecek insan tasavvur edemem. Bu plağı ister bir annenin çocuğuna şefkatle söylediği bir ninni, ister ninni olduğunu unutup saf bir ezgi olarak dinleyin, üzerinizdeki etkisi değişmeyecektir.
Müzeyyen’den daha birikimli okuyucular vardı dedim, bu icracıların okuyuşu teknik yönden kusursuz olabilir, ama teknik kusursuzluk kimi zaman soğuk, donuk bir okuyuşa da yol açabilir. Duyguyu nerdeyse devre dışı bırakan donuk bir üslup da dinleyeni kolay kolay sarmaz. Duygu mübalağa edilmediği, duyguya teslim olunmadığı sürece, bir başka deyişle Müzeyyen’in taş plaklarındaki, eski radyo kayıtlarındaki gibi bir üslup dinleyeni tâ içinden kavrar.
Müzeyyen Senar’ın musıki çalışmalarının bir özelliği de şudur: birçok bestekâr yeni bestelediği şarkıyı Müzeyyen Senar’a götürür, şarkıyı plağa onun okumasını isterdi. Lem’i Atlı, Zeki Arif Ataergin, Artaki Candan, Şerif İçli, Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Yesari Asım Arsoy, Osman Nihat Akın, Şükrü Tunar, Mustafa Nafiz Irmak, Kadri Şençalar gibi bestekârlardan bizzat meşk edip plağa okuduğu pek çok şarkı vardır. Eski devirlerin hanendeleri okuyacakları eserleri bizzat bestekârlarından meşk ederlerdi. Müzeyyen Senar bu köklü geleneği yirminci yüzyılda yaşatanlardandı.
Sözün burasında bir an için konudan ayrılacağım. Müzeyyen Senar’ın bir kadın musıkici olduğunu da unutmamak lazım. Kadınların nasıl şarkı söylediği, bir toplumun musıki kültürü açısından önem taşır. Bizim musıkide nağme her iyi hanendenin sesinde yeniden şekillenir. Gerçi her musıki türünde böyledir bu, ama bu meziyet bizde biraz daha öne çıkar. Çünkü bizim musıki icrada, yorumla, üslupla, eskilerin deyişiyle “tavır”la varlık kazanır. Nota ikinci planda kalır. İcracı esere verdiği renklerle, çizdiği desenlerle yeni bir eser yaratır adeta. Bu bakımdan, eski musıki kültüründe ses güzelliği yeterli bulunmaz. Bunun içindir ki, kadınların musıki icra üslubu başlıbaşına bir değer taşır. Bu ülkenin yaşama kültüründe kadınlar musıkiye her zaman ilgi duymuşlar, sazıyla sözüyle musıki icra etmişler, hattâ birçok bestekâr da çıkarmışlardır. Fakat kadınların musıki faaliyetleri daha önceki yüzyıllarda göz önünde değildi. Gramofon, radyo gibi teknolojiler kadınların musıki sevgisini bir anda görünür kıldı. Deniz Kızı Eftalya gramofona sesini veren ilk kadındır sanıyorum; Eftalya’dan sonra Lale-Nerkis-Aliye kardeşler, Nebile Hanım, Safiye Ayla gelir; Müzeyyen onlardan kısa bir süre sonra parlar, daha sonra da Akile Artun, Hamiyet Yüceses, Perihan Altındağ, Radife Erten, Mefharet Yıldırım, Sabite Tur isimlerini duyururlar. Müzeyyen’ın bu kadın icracılar arasında da kendine özgü bir yeri olduğu söz götürmez. Peki bu kadınlar ne getirmişlerdir musıkiye? Aynı şarkıları başarılı erkek okuyuculardan, sonra su isimlerini verdiklerim gibi başarılı kadın okuyuculardan dinleyiniz, nağmeye gerek sesleri, gerekse edalarıyla değişik renkler, çizgiler getirdiklerini, bir fark yarattıklarını görürsünüz. Bu o kadar böyledir ki, yukarıda isimlerini saydığım bestekârlar yeni besteledikleri pek çok eseri bir erkeğe değil de, bir kadına, Müzeyyen Senar’a okutmayı tercih etmişlerdir...
Müzeyyen Senar son sahne konserlerini 1983 yılında Istanbul Bebek Gazinosu'nda vermiş. Bundan sonra yalnızca özel vesilelerle şarkı söyledi, musıkili özel toplantılarda okudu. Fakat plak doldurmaya devam etti, televizyondaki eğlence programlarına çıktı. Şarkı söylemeyi çok sevdiği için bir türlü bırakamıyordu herhalde. Bu yıllarda sesi pestleşmiş, o tatlı, cana yakın sadasını kaybetmişti. Burada, kendi hissiyatımı açığa vurmadan edemeyeceğim: bu durumda şarkı söylemeyi bıraksa, onu sevenlerin kulaklarında taş plaklarındaki sesle sadayla kalsa daha iyi olmaz mıydı?
Müzeyyen Senar’ın musıki hayatına topluca bakarken şunu görürüz: üç Müzeyyen vardır. Birincisi, taş plaklardaki Müzeyyen; ikincisi, radyodaki Müzeyyen; üçüncüsü gazinolardaki Müzeyyen.
Taş plaklardaki Müzeyyen’i biliyoruz. Ama Ankara ve Istanbul radyolarındaki Müzeyyen pek bilinmez. Radyo konserleri onun radyodan aldığı musıki terbiyesinin, görgüsünün, radyoda görevli seçkin musıki adamlarından öğrendiklerinin, o harikulade sesini bilgiyle de yoğurmuş olmasının ürünüdür. Bu açıdan, müstesna bir ilgiyi hak eder. Radyoya girdikten sonra Müzeyyen bir başka Müzeyyen olmuştur.
Hiç şüphesiz, ilk iki Müzeyyen üçüncüsünden çok üstündür; daha doğrusu, kıyaslanamaz bile. Çünkü gazinonun beklediği şey bellidir: dinleyici ortalamasını memnun etmek lazımdır, bu yüzden programlarında piyasa şarkılarına da yer verilir. Sonra, duygu dozunu kaçıran bir okuyuşa zorlar icracıyı. İster istemez mübalağalı bir okuyuştur bu. Müzeyyen Senar da böyle mübalağalı bir üsluba yol açmıştır. Aynı şarkıları bir kere plaklarından dinleyiniz, bir de gazino icralarını hatırlayınız; aradaki farkı görürsünüz.
Gene de ne Müzeyyen Senar’a, ne de gazinoya haksızlık etmek isterim. Gazinoyu da öyle çok küçümsememek lazım. Istanbul’da gazinoların bir “altın çağı” vardır. Özellikle 1940’lı, 1950’li yıllarda gazino bugün genç kuşağın düşündüğünden farklı bir yerdi, orada icra edilen musıki mübtezel bir şey değildi. Zamanın birçok başarılı, anlı şanlı hanendesi, sazendesi gazino sahnelerine çıkmıştır. Türkiye’de o dönemlerin tanınmış musıkicilerinin geçmişine bakınız, gazinoya hiç çıkmamış olanların sayısı üçü beşi geçmez. Halk da yalnız musıki dinlemek, o ünlü musıkicileri canlı olarak dinlemek için giderdi gazinoya. Gazino ortamı kuru, resmî konserlerdekine göre daha serbest, dolayısıyla daha içten, dinleyiciyle daha çok diyalog kurabilen bir icraya imkân veriyordu. Örneğin, gazinolarda icra edilen fasıl musıkisi radyodakinden çok daha canlı, çok daha coşkundu. Gazinonun böyle bir yönü de olduğunu unutmamak lazım. Istanbul’da eğlence hayatı 1960’tan sonra birkaç yıl içinde değişmeye başladı, eğlence sektörünün merkezi olan gazinolar da bundan nasibini aldı. 1970’lerde gazino müşterisi büsbütün değişti, gazinolardaki musıki de. Bağıra bağıra şarkı söyleyen şarkıcılar türedi. Musıkiden çok kitsch sahne gösterileri önemsenir oldu. Fakat bunlar da gazinoyu kurtarmadı; sonunda gazino tarih oldu. Sözü yeniden Müzeyyen Senar’a getirirsek, o, sesinin iyi çağındayken gazinolarda da iyi konserler verdi; dinleyicisiyle diyalog kurmayı; söylediği şarkılardaki hüznü de, sevinci de dinleyicisine geçirmeyi biliyordu.
Bugün mağazalarda Müzeyyen Senar albümlerini bulmakta hiç zorluk çekmezsiniz. Fakat bunların hiçbiri, evet hiçbiri, Müzeyyen’i temsil edecek nitelikte değildir. Bu da üzücü bir durumdur.
Bu yazının başında söylediğim şeyi sonunda tekrarlayacağım: sanatın her dalında sanatçılar en iyi ürünleriyle değerlendirilmeli ve anılmalıdır. Piyasada bulunan albümlerin hepsi Müzeyyen Senar’ın sesinin letafetini, tatlılığını kaybettiği yıllarda okuduğu şarkıların rastgele serpiştirildiği, hiçbir emek harcanmadan çıkarılmış albümlerdir. Bazılarının üstünde “taş plakları” etiketi vardır, fakat onu sevenleri yanıltmaktan başka bir şeye yaramayan aldatıcı bir etikettir bu.
Şimdi ona yakışan bir albüm yayımlanmalıdır. Hatta bana sorarsanız, bir değil, bir albümler dizisi olmalıdır bu. Taş plak döneminde okuduğu bütün seçme eserler bir araya getirilmelidir. Eserler seçilirken kronolojik bir sıra gözetilirse, sanatının gelişme çizgisi daha kolayca ortaya çıkarılabilir. Fakat hayli zor bir iştir bu. Çünkü plaklarını toplayabilmek başlıbaşına bir iş. Kaç plak doldurduğu, hangi eserleri okuduğu tam olarak tesbit edilebilmiş değil. Radi Dikici 257 şarkılık bir liste yayımlamış; fakat bu listenin eksik olduğunu kendisi de belirtmiş. TRT’nin de, onun radyo yıllarında okuduğu eserlerden radyo plaklarına alınmış icralarını (günümüze ne kadarı kalmışsa) olduğu gibi yayımlaması bu kurumun boynunun borcudur. Ankara radyosu yıllarında (1938-1941) okuduklarından hiçbir şey kalmamışsa, çok yazıktır; bu durumda Istanbul radyosundaki kayıtlarıyla yetineceğiz.
Yirminci yüzyıl birbirinden değerli birçok hanende ve sazendenin yetiştiği, icracılılık açısından geleneksel musıkimizin çok parlak bir çağıdır. Bu dönemin icracıları arasında da Müzeyyen Senar’ın vazgeçilmez bir yeri vardır. Radi Dikici Müzeyyen’in biyografisi üzerinde çalışıp çok faydalı bir kitap hazırlamış. Fakat ona “diva” demesi, kimilerinin de aynı sıfatı tekrarlayıp durması Müzeyyen’in sanatçılığına bir şey katmaz. Şimdi bakıyoruz, bu diva sıfatı pop şarkıcıları hakkında bile kullanılıyor. Müzeyyen Senar’ı çok sevdiğini, pek çok taş plağını topladığını bildiğim Murat Belge Müzeyyen Senar’ın ölümü üzerine gazetesinde yayımladığı köşe yazısında çok haklı olarak bu kelimeye takılmış: “Sabah elime hangi gazeteyi alsam, en kolay görünür yerde, Müzeyyen Senar’ın ölüm haberi. Birkaçı, bunu ‘diva’ demek için fırsat saymış. Müzeyyen Senar ‘diva’ değildi; bambaşka bir kültür içinde yetişmiş biriydi. Ama bunlardan ötürü bir divadan aşağı rütbede biri değildi. O da kendi kültürü içinde birinci sınıf bir sanatçıydı.” (Taraf, 10 Şubat 2015)
Her şarkı söyleyene ses sanatçısı denemez. Hattâ her iyi şarkı söyleyene de ses sanatçısı denemez. Okuyucu, hanende, şarkıcı denir onlara. Mesleklerini tanımlar bu kelimeler. Oysa sanatçılık bir meslek değil, bir mertebedir. Müzeyyen Senar bir ses sanatçısıydı…
______________________________________
(1) (aktaran) Radi Dikici, Cumhuriyet’in Divası Müzeyyen Senar, 4. baskı, Everest Yayınları, Istanbul, s. 10.
2) Cevdet Kozanoğlu, Radyo Hâtıralarım , yayıma hazırlayan M. Nazmi Özalp, TRT Müzik Dairesi Yayınları, Ankara, 1988, s. 9.
(3) Bkz. Kozanoğlu, aynı yerde, s. 19. Aynı fotoğraf, Dikici’de de vardır (s. 77).