Bu ülkede, herhangi bir konunun “birlik” veya “bütünlüğü”nden ne zaman bahsedilse, ürker oldum… Çünkü ortaya politika açısından doğrudan “ayrımcılık” çıkıyor, çıkartılıyor… Bu durum, bir kez de “Itri Türk Musikisi Ödülleri” başlıklı organizasyonla gerçekleşmiş oldu… (Ödül alanların tümünü tenzih eder, can-ı gönülden tebrik ederim… Bu yazının derdi, bu ödülün adı ve muhtevasıyla ilgili…)
Yıllardır sürecin içinde biri olarak Türk Musikisinin “bütünlüğü” meselesi üzerinde düşünür, yazar, tartışır dururum… Savunduğum ve doğruluğuna kani olduğum bir konu bu… Bugüne dek ortaya koyduğum eserlerle de bu savunduklarımı her platformda somutlaştırmaya gayret ettim. Bu alanda yalnız da değilim. Aslında Türkiye’de “sanat-halk” ayrımının ortaya konulmasının ideolojik ve politik yanının deşifresinde pek çok isim, son derece anlamlı çalışmalar ortaya koydular. Buna rağmen memlekette başta “devlet” bu ayrımcılığın kaynağı ve uygulayıcısı oldu.
Kültür Bakanlığı ve TRT resmi kuruluşlar olarak sanat müziği-halk müziği ayrımında başı çektiler. Sonradan Türk Musikisi Devlet Konservatuarları aracılığıyla da bu ayrımcılık, tavandan tabana, memleket insanlarına hem icra, hem de eğitim yoluyla, aynen belletilmiş oldu.
Birini bilen ve seven, kolay kolay diğerini beğenip sevemez oldu. “Klasik” denilen tarz ise tamamen bir “komünite” müziği haline geldi. (“Cemaat” yazamadığım için “komünite” yazıyorum; malum kullanılmasında “tehlike” görülen bir kelime haline getirildi bu kelime… Sosyolojik bir kavram olmaktan çıktı, tamamen politik bir “örgütlenme”nin ifadesi halini aldı!)
Bu şartlar altında, “hizmet” adı altında yapılan tüm işlerde, “ayrımcılık” artık kanıksanmış, yadırganmayan, yadırganmasına gerek duyulmayan bir “ön-koşul” olmuş oldu…
Şimdi “Türk Musikisi” sözü, kapsamına “ne”yi alır? Geleneksellik bağlamı nedeniyle kuşkusuz ki “havas” ve “avam” musikilerinin tamamını alır. Eğer, Türk Musikisi “adlandırma”sını “sadece” “havas” birikimine mal etmeye çalışırsanız, bu tutum, belirttiğim ayrımcılığa hizmet etmek dışında bir işe yaramaz… Bu tutumun, memleket Jön Türklerinin, II. Meşrutiyet’te giriştikleri “bölerek birleştirme (!)” uygulamalarının bir tezahüründen başka bir anlama gelmediği ise son derece açıktır.
Halk musikisi alanını “Türk Musikisi” kapsamında değerlendir(e)meyen bir bakışla karşı karşıyayız.
Dönüp de “dün”e baktığımızda görürüz ki aslında yaşadığımız coğrafyada “Türk Musikisi” diye bir “adlandırma” yoktu; “musiki”, sadece musikiydi… Bir ilim ve sanat olarak görülüyordu… Bu musikinin “Şark”ı ve “Türk”ü de yoktu… Kültür içinde sahip olunan “havas” ve “avam” ayrımı, esas olarak bir “yönetenler-yönetilenler” ayrımıydı. “Havas”a mensup olanlar, “avam”dan “yapıca” farklı bir musiki dinlemiyorlardı. Makamlar, usuller, ve nağme yapımı, musikinin esasıydı… Avam da, havas da nağmeyi seviyor; nağmeden anlıyordu… Avamın elinde bağlama vardı, havas tanbur çalıyordu; avam kavala üflüyordu, havas, neye… Avam da havas da davul-zurnayla meydan eğlencesi, düğünler, şenlikler yapıyordu… Avam kemane/kemençe çalıyordu, havas rebab… Avam uzunhava söylüyordu, havas gazel… Avam “methiye/güzelleme” söylüyordu, havas “kaside”… Avam “yol göseriyor, açış yapıyor”du, havas “taksim”… Havas, “bezm ü rezm” düzenliyordu, avam “sohbet, meclis, yarenlik, cünbüş, oturak,” ve saire…
Havas-avam farklılığı, sadece bu topraklara özgü değildi. Neredeyse yeryüzünün tüm medeniyetlerinde, “eğitim görmüşlük; görgü ve nezaket kurallarını öğrenmişlik; okuyup yazmışlık; incelmişlik; terbiyelilik; saraylılık vb. anlamına gelen bir farklılıkla karşılaşılıyordu. Bu farklılık, Avrupa’da da aynen bu şekilde cereyan ediyordu. Volk/folk/populus, elbette “courtois”den farklı idi. Bu farklılık, özünde bir “şehirli-köylü” farklılığından ibaretti. Sonuçta havas için de, avam için de musiki, musikiydi.
Avrupa’yla karşılaşma ve giderek sahip olduğu “Şarklı” medeniyeti beğenmeme psikolojisi, “medeniyet” kavramında yol açtığı “ayrım”la, karşımıza “elit/güzide” ve “halk/köylü” karşıtlığını çıkardı. Ziya Gökalp açıkça ifade eder: “halk” “hars” sahibi olsa da “medeni” değildir! Onu “medenileştirecek” olan, Avrupai hayat tarzını “tek medeniyet” olarak benimsemiş “güzide”lerdir!
Adı “Türk Musikisi” olarak konulmuş bir musiki, kültürel ve tarihsel açılardan havas ve avam birikimlerinin “tümünü” kapsamak durumundadır. Bu böyle anlaşılmadığında, işin içine “siyaset” girer ve bir yılan gibi, bütün zehirini ortaya saçar… Bir anda ortalık toz duman oluverir: Türk musikisi, halk musikisi, sanat musikisi, saray musikisi, harem musikisi, divan musikisi, düm tek musikisi, saltanat musikisi, Osmanlı musikisi, meyhane musikisi, Kürt musikisi, Kırmançi musikisi, Süryani musikisi, Alevi musikisi, Bektaşi musikisi, Mevlevi musikisi, Gülşeni musikisi, Laz musikisi, Roman musikisi, Çingene musikisi, Pomak musikisi, Gürcü musikisi…
Hepsi “sadece” musiki iken, bir anda sapla saman birbirine –özellikle– karıştırılmış olur… Sanki bunların tümü makam ve usule dayalı, melodi temelinde musiki yapmıyorlarmış gibi… Adı değiştiğinde, bazı icra karakteristikleri veya üsluplar dışında, hangi adı verirseniz verin, esasen “musiki”de değişen hiçbir şey yoktur…
Musikinin kapsayıcılığı, önce Garb’ın karşısına “Şark”ı koyan tamamen Oryantalist adlandırmayla başladı. Sonra “Şark” denilen bu “Büyük Doğu” coğrafyası, dilim dilim, soy soy, boy boy, aşiret aşiret, cemaat cemaat ayrıştırılmaya başlandı… Önce Türk Musikisi denildi… Sonra sanat ve halk ayrımı yapıldı… Sonra karalama ve yüceltmelerle dolu ayrıştırmalar silsilesi devreye sokuldu… Düne kadar aynı “ortak” unsurlarla musiki yapanların tümü, birbirine düşürülmüş oldu… “Bu türk musikisi”, “Hayır, Ermeni musikisi!”, “Yok, olur mu, bu alenen bizim şarkımız, bal gibi Laz musikisi!”… “Hadi ordan! Bunu benim dedem söylerdi; biz Rum olduğumuza göre, bu besbelli bizim musikimiz!... “Olmaz öyle şey! Bu Pomak musikisi!”… Kürt musikisi… Çerkes havası… Karay havası…Morişko ezgisi… Ulah havası…
Öyle bir “tepkime”ki bu… “Perpetuum mobile”!
Şimdi hani sürekli gündemde tutulur ya; vay efendim neymiş, köylü milletin efendisidir; halkımız/milletimiz şöyledir, böyledir; türküler milletimizin öz malıdır; özümüz sözümüz; zaten onlar da Türk musikisi!, filan…
Fiili durumda Türk Musikisi paramparça edilmiş durumda… Teorisi, uygulaması, eğitimi, icrası… Bu ayrımcılığın kesinlikle “politika”da bir karşılığı var… Yani “ayrımcılık” fikri, Türkiye politikasının temel beslenme kaynağı, asıl “prim” ayrımcılıktan geliyor… Kimse “birlik-beraberlik”ten ekmek yemiyor; yiyemiyor…
Hadi, politikacıları anlıyoruz…
Pekiyi sanatçı ve akademisyen dostlarımız? Onların bu ayrımcılıkta yer almaları, kesinlikle kabul edilebilir değil!
Yazık oluyor… Binilen dal, “hizmet etme” adı altında, kıtır kıtır kesiliyor…
Bilinçli, farkındalığı gelişkin akademisyenler, bu anlayışa ortak olmamalıydılar…
“Türk Musikisi” adının “zümreselleştirilmesi”ne; ödülün, “halk musikisini dışlayan” bir anlayışla düzenlenmesine karşı çıkmaları gerekirdi…
Umalım ki, yapılan hatanın farkına erken varılır…
Okan Murat Öztürk (Sanatçı, Yard. Doç. Dr.)