1. Siyasi-Politik Değişim
Öncelikle siyasi olarak nasıl bir değişim olmuş ona bakmamız yerinde olacaktır diye düşünüyorum. Çünkü bu siyasi değişimle paraleldir kültür politikasındaki değişim.
Bazı alıntılar yaparak başlamak istiyorum.
* "… Ufak ufak kayarak sonunda Batılı emperyalizmler cephesiyle kaynaşma…, aralıksız atılım ve devrim yerine, çeşitli ödünlerle klasik bir burjuva demokrasisi düzenine geçişin planlanması. Bunların uluslararası politikada görünüşü ise malum, Atlantik Paktı’na giriş NATO, CENTO ve Ortadoğu’da Amerikan çıkarlarının bekçiliği’’
Şöyle devam ediyor;
* "Mustafa Kemal Paşa, aydınlar, halk(bu arada elbette eşraf) ve bürokrasinin gözü kara milliyetçileriyle demokratik bir devrimin dinamik lideriydi; İsmet Paşa, geniş ölçüde bürokrasiye ve eşrafa dayanan merkeziyetçi bir diktanın tartışmasız lideri oldu.’’
* "yaşıtlarım belki hatırlar, o tarihlerde, İnönü dönemi eski Yunan tarihindeki Perikles dönemi gibi bir kültürel kalkınma dönemi olacak deniliyordu.’’
Bu alıntılar Attila İlhan’ın ‘’Hangi Sol’’ adlı kitabındandır. Eğer incelerseniz serinin ‘’Hangi Atatürk’’ adlı kitabında da daha detaylı halini görürsünüz. Yani bir tarafta Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, diğer yanda liselerde Yunanca/Latince öğretimine geçilmesi… İsmet Paşa’nın bunları tüm samimiyeti ve iyi niyetiyle, ülkenin çağdaşlaşması için yaptığına hiç şüphem yok. Ama bu yöntemler ne kadar doğruydu?
Bir de tabii Mustafa Kemal Paşa döneminin en önemli farklarından birisi de, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine, ülkesine politik olarak yakın ya da müttefik gördükleri, anti-emperyalist devletlerdir. Bunu Sovyetler ve mazlum milletler(3. dünya ülkeleri) şeklinde açabiliriz. Yani ondan sonraki dönemde olduğu gibi Amerika, İngiltere, Fransa gibi emperyalist ülkeler değildir. Kemal Paşa’dan sonraki hükümetlerde böyle olmuş, İsmet Paşa ile başlamış, Menderes döneminde kantarın topuzu iyice kaçmış ondan sonraki hükümetlerde de aynen devam etmiştir.
2. Kültürel Değişim
Şimdi yavaş yavaş bu politikaların ülkemizdeki klasik batı müziğini nasıl etkilediğine bakalım.
Bir soru sormak isterim size; Mustafa Kemal Paşa yaşadığı dönemde ülkenin çağdaş müziğinin yolunu belirlerken acaba neden orkestra şefleriyle, opera solistleriyle değil de bu meseleleri genç Ahmet Adnan Saygun ile görüşmüştür? Ya da soruyu şöyle sorayım, neden Semiha Berksoy’la değil de Saygun’la?.. Atatürk bir müzisyen değildi elbet ama sezgileri çok güçlüydü. Müziği yaratan, onu dönüştüren, geliştiren insanların kuramcılar-besteciler olduğunun farkındaydı. O dönemde bizim, eskilerden Rameau gibi, o dönemden Schöenberg gibi, sonraki dönemden Xenakis gibi müzik kuramcılarımız yoktu. Eğer olsaydı onlarla da görüşürdü diye tahmin ediyorum fakat daha yeni kurulmuş bir cumhuriyette yetişmiş insan sıkıntısı her alanda olduğu gibi bu alanda da vardı. Bu, dönemin koşulları baz alındığında normal… O zamanlar, yurt dışında batı müziğinin geleneksel-çağdaş kuramsal yapısını öğrenip gelmiş genç besteciler vardı. Elde ki malzeme buydu.
Bu kuram konusu, ileriki yıllarda özgünlük bağlamında bizim başımıza iş açacaktı. Bu dönemde özellikle folklorik anlamda incelemeler, çok seslilik (armoni, kontrpuan) denemeleri yapıldı.
Atatürk’ün hayal ettiklerinden ne kadarı yapılabildi bilemiyoruz. Çok ekstra olacak belki ama şöyle bir şey de mümkün değildi o zamanlar, yani biri çıkıp gelse ve Paşa’ya; ‘’Paşam ben bir kuramsal çalışma yaptım. Klasik Türk Müziği teorisini kullanıyorum. Yeni bir armoni ve form yöntemi oluşturdum ve bunları yaparken ki araç gereçlerim ve referansım batı kuramları değil, matematik ve fizik. Yani uzun lafın kısası, melodi de bizim, çokseslilik de bizim. Kuramı da bizim, bestesi de bizim. Hem batı müziği kuramlarıyla hem de bu gibi özgün kuramsal çalışmalarla bestecilerimiz belki daha geniş yelpazede kompozisyonlar yazabilirler. Batı da şuan müzikte avangart gelişmeler oluyor, biz de belki müzikte Batı’yla bu şekilde rekabet edebiliriz’’ deseydi, acaba Kemal Paşa nasıl tepki verirdi? Ama o dönemde bu derece yetişmiş müzik insanımız yoktu. Hiçbir alanda yoktu, sadece müzikte değil!
Yani şunu söylemeye çalışıyorum, elimizde bu vardı, imkanlarımız bunlardı. Saygun ve diğerleri de bu imkanları en iyi şekilde kullanmaya çalıştılar ve bu ülkenin müzik kültürüne büyük katkıda bulundular. O dönem daha çok, var olanın çoksesli hale getirilmesiyle uğraşılıyordu. Yani özel çalışmalarının yanında bestecilerimizin tabiri caizse bir görevi de buydu. Çünkü bu işlerde daha çok yeniydik. Ama pekala Atatürk’ten sonra yukarıda verdiğim örnekteki gibi işler yapılabilirdi. O dönemde neredeyse her şey besteciler ekseninde olup bitiyordu. Uzun lafın kısası bu yeni cumhuriyetin yeni müziğinin odağında besteciler vardı.
Peki sonra neler oldu? Siyasi olarak bu batıya endekslenme sanıyor musunuz ki sadece siyasetle sınırlı kalacaktı? Tabi ki hayır. Attila İlhan’ın da değindiği gibi Atatürk’ten sonra kültürel manada bir Tanzimat dönemi batıcılığı başladı. Ben bunu şöyle özetliyorum;
COPY-PASTE. Batıda ne varsa burada da olmalıydı, oluverdi miydi her şey hallolacaktı. Yani öyle sanıldı. Biz nasıl ki, televizyon yapıyoruz ama o teknolojiyi yapan bilim batıdaysa, nasıl araba yapıyoruz ama motor, yedek parça vs batıdan geliyorsa, bu durum müzikte de böyle oldu.
Mozart Türk Marşı çalıverdin mi ya da Beethoven Ay Işığı Sonatı çalıverdin mi iş tamam sayılmaya başladı İnönü’den itibaren. Bunların da çalınması vs. elzemdir elbette ama her şeyden çok buna mı önem verilmeliydi? Zaten bu dönemden sonra bestecilerin nasıl yavaş yavaş sistem dışında kalmaya başladığını bugün Saygun’un biyografi kitabını okuduğumuzda da anlayabiliyoruz. Bu Tanzimat dönemi batıcılığı sizi nereye götürür biliyor musunuz? Müzik kuramı bağlamında bağımlılığa…
Rameau teoriyi şekle şemale sokar, siz üstüne beste yaparsınız. Schöenberg kuramsal bir şeyler yapar, hemen onu referans alıp o kuramı kullanarak bir şeyler bestelersiniz. Kendiniz bir alternatif sunamadığınız zaman mecburen bunu yapmak zorundasınızdır. Spektralciler bir şeyler yapar, elektronikçiler bir şeyler yapar… Yani uzun lafın kısası teknik hep onlarındır. Bunlar elbette dünyanın her yerinde kullanılabilen evrensel teknikler fakat 20.yy müzikte deneyler, yenilikler çağıdır. Yenilikler çağıdır ama bu yenilikleri illaki bir Amerikalı bulacak diye bir kural yok değil mi?
Eğer ülke ve klasik müzik camiası olarak asıl misyonunuz ‘yorumcu’ yetiştirmek olursa-ki İnönü bunun yolunu yapmıştır- teori üretemezsiniz.
Ancak Fransa’da bir şeyler olur, Amerika’da bir şeyler olur takip eder sonra gidip üzerine doktora yaparsınız. Böylece sizin zamanınız, ömrünüz yeni bir şeyler üretmekle değil, üretilen şeyleri öğrenmekle geçer. Bu şunu doğurur, Saygun senfonisini besteler, güç bela çalarlar ama ikinci kez çalınışı on iki sene olur. İşte bu üretime dayalı değil performansa dayalı (yorumculuğa) bir kültür politikasıdır. Bir süre sonra bir bakmışsınız ki sizin klasik müzik camianızda da, ‘’geniş ölçüde bürokrasiye ve eşrafa dayanan merkeziyetçi bir diktanın tartışmasız liderleri’’ çıkmaya başlamış. Bir bakmışsınız sizin klasik müzik camianız bir süre sonra kendi milli şeflerini çıkarmaya başlamış! Bir bakmışsınız camianızda devamlı bir atılım ve devrim yerine, klasik bir burjuva demokrasisi oluşmaya başlamış. Bu pratikte besteciler için nasıl bir sonuca dönüşmüş? Bestecinin durumu bir veya birkaç şefin (bu yaşlı orkestra şefleri bir nevi milli şeftir camiada), birkaç solistin ya da orkestra yönetimindeki bir kişinin iki dudağı arasına kalmış. İşte bu ülkenin besteciliğinin geldiği nokta budur. Kuramcıların, müzikologların durumu da benzerdir.
Tanzimat batıcılığı bakış açısıyla bu müziğe bakmaya alışmış müzisyenlerin, bu ülkenin bestecileriyle müzikal veya duygusal bir bağının olması ne kadar olasıdır? Olsa bile ne derece olabilir? Pekiyi bu bununla kalır mı? Bu Tanzimat batıcılığı camiaya sirayet eder de seyirciye sirayet etmez mi? Bu kadar takip etmeye çalışan biri olarak sekiz yıl yaşadığım Eskişehir kentinde bir kere olsun bir Saygun senfonisine denk gelmedim. Seyircinin buna zerre kadar bir tepkisi olmuş mudur sizce? Farkında bile değil ki çalınmadığının!.. Klasik müzik camiasının lütfeder gibi üç beş sene de bir prömiyerle hatırladığı Türk bestecisini seyirci ne kadar umursar? Bunu Viyana’da görebilir misiniz? Bir yıl boyunca Mahler çalmayın bakalım ne oluyor?.. Tabii şunun altını çizmek gerek; bu bizim seyircinin hatasından ziyade, Tanzimat batıcılığı kültür politikasının bir sonucu. Bu faşizanlaşmış burjuva demokrasisinin bir sonucu. Bütün bunları sanıyorum şöyle toparlayabiliriz; Mustafa Kemal Paşa döneminde müzikteki kültürel politikanın odak noktası ‘’besteci’’ydi, günümüzdeyse ‘’orkestra şefleri’’ ve ‘’solistler’’ oldu. Bunu kişilerden ziyade, bu yanlış sistem ya da yanlış düzen ortaya çıkardı.
Eğer camia içindeki demokrasi, faşizanlaşmış bir burjuva demokrasisine evrilirse camianın yaşlılarına şöyle laflar edebilme fırsatı verir;
"falanca bestecinin filanca eserinin prömiyerini ben yaptım, Türk bestecileri için çok uğraştım, her sene çalarım yoksa vicdanım rahat etmez, geçen sene şurada bunu çaldım, ben yaptım, ben, ben, ben’’ vs. vs.
Bir de bunu yapan insanların kurumların başında idari görevi olan insanlar olduğunu düşünün. Buradaki dikta anlayışını sezebiliyor musunuz? Camia içindeki böylesi şahısların, bütün bestecilerin, kuramcıların aynı kendisi gibi maddi manevi haklara sahip olması için çabaladığına çok çok az şahit olursunuz. Bütün bestecilerin, kuramcıların problemlerinin yazılı olarak, sistematik bir biçimde ele alınıp çözülmesi için uğraşırken çok çok az görürsünüz(ben kendi adıma hiç görmedim). Çünkü diğer tutum, gösteriş manasında onu daha çok yüceltir.
" ’Ben çaldırdım, ben olmasam zaten Türk bestecilerinin eserlerini çalan mı var?’’ falan gibi söylemler ‘’Efendi’’ veya ‘’milli şef’’ psikolojisinin ürünüdür. Bu sorunların sebeplerine kafa yormaz. Sonra bu bireysel psikoloji tabiri caizse tekilden tümele gidercesine topluma da sirayet etmeye başlar ve seyirci de ‘’Siz her hafta konserinizi veriyorsunuz, her ay geldiğinde bankamatikten maaşınızı çekiyorsunuz ama biz sekiz yıldır Eskişehir’de Saygun senfonisi dinleyemiyoruz. Nedir bu bestecilerin hali?’’ diye soramayacağı için bu ‘’Efendi’’ psikolojisini kanıksar. Bu sistem içerisinde başka bir davranış beklemek de beyhudedir. Çünkü bu kültür politikası bunu dayatıyor seyirciye.
Şöyle bir soru sorulabilir tabii, ‘’Bu durum, kültürel politikalardan bağımsız, camiadakilerin bir araya gelmesiyle, gerçekçi, akılcı bir şekilde ele alınıp, irdelenip bir çözüme ulaşamaz mı?’’
Acaba bu kültürel politikaların değişmemesinin önemli sebeplerinden birisi de bu durumun, camia içinde bazılarının işine geliyor olması olabilir mi? Böyle bir şey için önce -halk tabiriyle- tokun açın halinden anlaması lazım. Sonraki süreç belli; camia içinde reform ve devrim! Sürekli…
Sabutay Uğur