Geçen yazılarımdan birinde Katarsis’ten bahsetmiştim. O yazının devamı olarak mimesisten bahsetmemek olmazdı.
Türkçe sözlüklerden daha çok ansiklopedilerde bulunan bu kavram felsefede “doğayı taklit” anlamında kullanılır. Eski Yunan felsefesinin ilk sanat terimlerinden biridir.
Müzikte mimesis, bir sanat terimi olarak “doğayı taklit, doğal” anlamına gelir, diğer sanat türlerinde kullanılan aynı anlamda felsefi terimdir. Taklit kelimesine aldanmayın, bu kelime yerine “öykünme” daha iyi gitmektedir. Mesela “iyi bir ressam doğayı iyi resimleyen kişidir” önermesinde ressam doğaya öykünerek resim yapar. Portreleri düşünün, bir picasso tarzı portre mi istersiniz, yoksa! Çoğunluğun hayır dediği duyulur. Türk müziğinden örnek vereyim Kanuni Erol Deran iyi bir Boğaziçi ressamıdır. Çoğunlukla seçtiği tema Boğaziçi manzaralarıdır. Fotoğraftan değil, bizzat görerek resim yapmayı tercih eder. Bu yüzden başı bazen tehlikeli durumlara girmiş olduğunu zaman zaman sohbetlerinde anlatır. Son zamanlarda Kanun geçkileri üzerine yazdığı kitabını (2017) Gönül Paçacı yayınladı. Yine tanıdıklarım arasında Kemençevi İhsan Özgen de bir suluboya ressamıdır. Niyazi Sayın fotoğrafçıdır.
Müzikte de böyledir. Eğer bir müzik eserinde doğayı taklit edebiliyorsanız “doğal müzik/natürel müzik” yapıyorsunuz demektir. Orta Asya gırtlak/boğaz havaları örneklerine youtube’den bakabilirsiniz. Bu konuda benim favorim Juliana’dan “Uhuktu” adlı eser. İyi bir kuş taklidi avcılıkta hala kullanılan bir taklittir. Başlangıçta bu öykünmeler müzik ve çalgıların gelişmesini sağlamıştır. Darbtınlak, havatınlak ya da teltınlak çalgıların gelişmesini. Mantık çerçevesinde de önce vurmalılar, sonra üflemeliler daha sonra da tellilerin geliştiği anlaşılmaktadır. Hepsinde de doğayı taklit yani mimesisin etkisi olduğu sanılıyor. Mantık öyle diyor. Buna rağmen Uhuktu örneğinde gördüğünüz gibi ağızla yapılan taklitlerle doğal müzikler yapılabiliyor. At kılı ya da bağırsak veya diğer malzemelerden sicim ip çalgı teli yerine kullanılıyordu. Madenin bulunup onu işlemenin ve tel yapma tekniğinin gelişmesinin ilk örnekleri MÖ 1000 yıllarıdır. İki telli çalgıda biri bağırsak, diğeri maden tel olabiliyordu. Ama çoğunlukla madeni tele göre kolay bulunabilir bağırsak ve sicim ipten kat farkları ile çalgı tellerinin yapımı Kindi zamanına, MS 1000 yıllarına kadar devam etmiştir.
Şimdi asıl soru şu: neden hem Avrupa müziği hem de Türk müziği temel müzik eğitimi kitaplarında porte üzerinde “gam”ı verip “bunlar doğal seslerdir” denir? O müzik seslerini duyduğumuzda ve doğa ile karşılaştırdığımızda hiç de doğada duyulacak bir sese benzememektedirler. Düşünün piyanoda bir la sesine basılınca duyduğumuzu “aaa bu falan kuşun ötmesine benziyor” veya “bu rüzgarın sesine benziyor” diyebilir miyiz? Diyemediğimize göre bu seslere niçin “doğal sesler” deniyor? Bu bir aldatmaca olabilir mi?
Bu sorunun cevabını İhvan-ı Safa’nın risalelerinde veya Meragi’nin eserlerinde bulabiliyoruz. Şöyle diyorlar “iki tür ses vardır: 1- Canlıların sesleri. 2- Cansızların sesleri. Cansızların sesleri de iki türdür: 1- Doğal cansız nesnelerin sesleri. 2- Yapay cansızların sesleri. İşte müzik sesleri, yapay cansız seslerine giriyor. Bugünlerde buna “üretilen sesler” deniyor. Çalgılardan üretilen sesler gibi. Bunların doğallık neresinde?
Öncelikle doğal maddelerden elde edilen sesler olmasıyla “doğal sesler” terimi yerini bulmaktadır. Ney sesi (bazılarınca insan sesine en yakın çalgı sesi olarak tanımlanır), kaval sesi, ud sesi, bağlama sesi gibi (1). İkinci olarak insan kulağının ses sınırları arasında olduğu için doğal seslerdir (2). Üçüncü olarak ses sisteminin önerdiği temel sesler olduğu için doğal seslerdir (3), ki bu eğitimi verilecek müziğin uyumunun veya armoninin bir gereğidir (Bunun için “müzik düzenlenmiş seslerdir” diye tanımlanır). Müzik eğitimi kitaplarında kastedilen doğal sesin anlamı budur. Dördüncü olarak benim öğrencilerime “Türk müziğinin doğallığına” örnek verdiğim İhsan Özgen’in Sanatı Yaşamak adlı kitabında yazdığı bir anısıdır. Amerika’ya gittiği sırada tanıştığı bir müzikolog kendisine Türk müziğinden parçalar dinletir ve sorar “bunlar hangi makamda?”. İhsan Bey onların makamlarını söyler. Aynı müzikolog teypten kuş sesleri dinletir, sonra ikinci kez ama biraz yavaşlatarak dinletir, tekrar sorar “bunlar hangi makamda?”. İhsan Bey onların da makamlarını söyler. İşte bu olayla müzikolog Türk müziğinin bir başka doğal yönünü göstermiş olmaktadır (4). Yani mimesis.
Yukardaki üçüncü maddedeki “uyum” insan doğasının bir gereği olarak her müzik sisteminde olması gereken bir mimesistir. Yani doğa kanunudur. Eski Hint ve Yunan Felsefesinden beri doğa uyumu bilinir. Bu uyuma eskiler denge, ahenk, ika, usul derlerdi. Zamanla bunların anlamlarında da değişiklikler oldu. Avrupa dillerindeki “ritim” kelimesi de “uyum, ahenk” anlamındadır. Erol Sayan’ın Türk müziğinde “iç ritim, dış ritim” ayırımı da buna dayanır. Bu ritim müziğin uyumudur, tellilerde veya üflemelilerde “nağmeler, perdeler arasındaki uyum, müzik seslerinde ahenk, müzik, ezgi, motif, dizi, sekileme/sekvens, tekrar eden sesler/ mükerrer sesler” gibi adlandırılır, vurmalılarda ise “ika, usul, usul kalıpları, ritim, ölçü” adlarını alır. Temel müzik ile sanat müziği arasındaki ayırım da bu ahenkli seslerin azlık ve çokluğu iledir. Yani temel müzikte iki-üç sesin (popüler müzik), sanat müziği ise en az dokuz ya da daha fazla seslerin uyumundadır (art müzik).
Şimdilerde Prof. Dr. Sinan Canan’ın psikoloji ile ilgili eserlerinde özellikle beynin öğrenmesini ve doğayı algılamasındaki temelin bir “uyum” ve bir “ritm” olayı olduğunu sık sık yazar. Uyum bazen zıtlıktan (gece-gündüz, pest-tiz sesler), bazen birbirini dengelemesinden (1+1=2) kaynaklanabilir. İnsanın doğası da bu uyumdan hoşlanır. İleri öğrenim teknikleri de bu uyum teorisinden faydalanırlar (beyninde oluşan öğrenilmiş ile öğrenilecek kelime arasında özdeşleştirme yöntemi). Meragi’nin makasıd felsefesi içinde yazdığı gibi insanın şiirden ve müzikten hoşlanmanın temeli insanın uyuma olan hayranlığı, temel uyum dürtüsüdür. Taşköprüzade de eserinde insanın şiirden ve müzikten hoşlanmasının sebebinin uyum/vezin/ölçü olduğundan söz ederse de bu duygunun insanın doğasında var olduğunun farkında değildir.
Bugün “mimesis” tavrında yapılan müzik, kendilerini “evrimleşmiş müzik” olarak görenlerce veya “sürrealist müzik” yapanlarca olumsuzca eleştirilmektedir. Fakat ne yazık ki bir bağlama ustasının, bir ud ustasının bu eleştiri sözlerini olduğu gibi aktarmakta oluşuna zaman zaman rastlıyoruz. Bu durum insana “ne dediğini bilmemek” konumunda görünmekten başka bir şey olmadığını düşündürüyor. Çünkü müzik felsefesinin moda söylemlerine kapılmamak mümkün değil. Ve müzik felsefesi sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Eğer “yapısalcı müzik”ten bahsedecekseniz, “devrimci müzik” ya da “sürrealist müzik” söylemlerinden dem vurmamalı, hatta onlara karşı bir argüman geliştirmelisiniz. Yani tarafınızı iyi seçin ve tarafınızın teorilerini ve kitaplarını okuyun. Mimesis müzik yapıyorsanız, mimesis müzik savunucusu kalın.
Medeniyetin temelinde de uyum esastır, günümüz bazı medeniyet teorisyenlerinin müzikteki uyumu veya uyuma katkılarını ihmal etmeleri doğru değildir. İnsanlık tarihi ve mantığı bunu ortaya koymuş olmasına rağmen hala medeniyet tasavvurlarında müziğin dışlandığını görüyoruz. Oysa Farabi’nin, İbn Sina’nın, İhvan-ı Safa’nın “müzik” konusunda eser yazmalarının sebebi toplumsal medeniyetin içinde müziğin varlığını kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır. Medeniyetin mimesisi
Katarsisin müzikle ilgisi sanatçı açısındandır. Hangi tür müzik yaparsanız yapın “katarsis” yaşıyorsunuz, ondan kurtulamazsınız. Katarsisin son teorisyenlerinden biri Freud ve Jung’tır. “Varoluşçu Müzik Terapi” düşüncesi de “katarsis”e dayanır.
Efendim “Sürrealist müzik”te görüşmek üzere, müzik felsefesi kavramlarına devam.
Katarsisli mutlu yıllar.