Bu günlerde hemen her basın ve yayın organında birilerinin sık sık dile getirdiği bir ifade “yanlışların karşısında durma cesaretine sahibim, bunun için beni dışlıyorlar, beni işten atıyorlar, hapse atıyorlar” vs. Facebook’ta, twitter’da, instangram’da, çevirim içi ve çevirim dışı gazetelerde, haberlerde, mail-gruplarında bunu görüyorum. Taraf olup diğerine sövmeler, kavgaya davetler, tahrikler de var.
Ve diyorum ki bu kadar “cesur insanlar”a sahip olduğumuz için şanslıyız.
Fakat yine de hepimizi rahatsız eden bir şey var. Çünkü “kavga” herkes tarafından istenen bir şey değil. O halde herkese düşen görev “kavgaya davetten, tahrikten, hakaretten” kaçınmak gerekiyor. Çünkü bunlar kaos ortamı yaratır, bulanıklık oluşturur.
Şimdi yeni sorularımız: Bu kavga neden? Nerden çıkıyor? “Yanlış” dediğimiz şey gerçekten yanlış mı? Doğru dediğimiz gerçekten doğru mu?
Kavga madem ki istenen bir şey değil, ama ortada “kavga” var, olmaması gerekmez mi? Ortada şehitlerimiz var? Olmaması gerekmez mi? Kavga olmasa şehitler olur mu? Ölümler olur mu?
Peki doğruyu kim savunacak? Doğru savunulmasın mı? Yanlışa göz yumulsun mu? Yanlışı düzeltmeyelim mi? Haklı mücadelede yer almayalım mı?
Doğruyu savunmak için “kavgaya davet”, “tahrik”, “hakaret”, “karşındakini sindirmek” gerekiyor mu? Hayatlarını “doğru” için harcamaya niyetli olmayanlar “menfaatleri” için harcamış olmazlar mı? Menfaat ve hırslarımız bizi “tahrik, hakaret”e sevk ettiriyor olmasın?
İşte bilgi ile bilimin temeli burda yatıyor. Doğru nedir? Gerçek nedir? Yanlış nedir? Ve bunların eğitimini almış olanlar ile almayanların birbirinden ayrıldığı noktadır, eğitimini almış ve hayatında uygulamaya çalışanlar için bir fırsattır: Doğruyu savunmak. Doğruyu yani gerçeği veya hakkı ve hakikati savunmak. Geleneğimiz ve kültürümüz aslında bunun üzerine kurulu.
Siyasiler (idareciler ve muhalifler), devlet adamları (yöneticiler ve memurlar), bilim adamları, din adamları, gazeteciler, muhabirler, köşe yazarları, hepsinin amacı “doğruyu bulmak, bilmek, söylemek, yapmak” değil mi?
Sonuç hepimiz “doğru” için çalışıyoruz. Bizim açımızdan sorun “doğru ve yanlış algımız” yanlış olabilir mi? Hepimizin “doğruya bakış açımız farklı” olabilir mi? Farklılıklara saygı demokrasi değil miydi? Farklılıkların ortak değerleri aynı değil miydi? Haksızlığa uğrayan can dostu da olsa, düşman da olsa yanında olmak “erdemlilik” yani ortak değer değil mi? Vatan ve erdemlilik bizim ortak değerimiz değil mi? “Vatan” elden gittikten sonra kime “erdemli” olunabilir? Mademki herkes “doğru” için çabalıyor, “doğru” için birbirimizi didikleyip yersek, “doğru”yu savunacak kimse kalır mı? Kendi “doğru”muz için birbirimizi yersek, “vatan”ı zaafa, hastalıklı hale düşürürsek, kim bizim “doğru”muzu korur? Önce “vatan” gelmez mi? “Hırs ve kompleksleri” uğruna “aklı ve vicdanı, hatta doğru bilgiyi” bir kenara bırakıp sırf “muhalefet” taraftarı olmak “doğru”yu savunmak mıdır?
Müzikoloji için “yanlışların karşısında durma cesareti” nedir? Müzik bilimindeki doğrulara sahip çıkmaktır, yanlışları ayıklamaktır. Neyse ki bilim “kavga”yı gerektirmiyor görünüyor. Bilimde kıskançlık yüzünden adam öldürülmüştür, birbirlerine çamur atmalar ve engellemeler olmuştur, bilim kötüye kullanılarak insanlığın zararına faaliyetleri olmuştur, ama “bilimde doğru” için birbirini öldürenler çıkmamıştır. Bu durum bilimde doğrunun hep aynı olmasından mı kaynaklanıyor yoksa? Bir zamanlar maddenin halleri için “hava, toprak, su, ateş” derken kelime haznemiz geliştikçe “gaz, katı, sıvı ve enerji” demeye başladık. Yani “gaz” diyenler, “hava” diyenleri öldürmüşler midir? Onları tahrik edip kavgaya sürüklemişler midir? Bilim tarihinde “gaz katilleri” ve “hava ölüleri”, “ateş-enerji taraftar savaşları” olmuş mudur?
Doğruyu öğrenmeden yanlışı tanıyamazsınız. Bununla birlikte “ilk öğrenilen bilgiler” gerçekten “doğru” olmayabilir. Onun için bazen karşılaşıldığı üzere “ebeveynimden aldığım eğitimle yanlışa yanlış diyebilme gücüne sahip olduğunuzu” sanıp her zaman doğruya sahip çıktığınızı düşünmeyin. Çünkü “yanlış” dediğiniz, her zaman gerçekten “yanlış” olmayabilir. Nitekim insanların pişmanlıkları, doğruya ulaştıkça mümkündür. Bir zamanlar yanlış dediklerimizin sonradan doğru olduğunu hayatta görmüyor muyuz? Veya her zaman yanlışın doğru olduğunu görebilme fırsatımız olabiliyor mu? Her “hapse girenin” haksızlığa uğradığını düşünmek ne kadar doğrudur? Kiralık katillerin pişmanlıklarından söz edebilir miyiz? Onların pişmanlıkları belki “filanı öldürürken keşke şu metodu kullansaydım” tarzında olabilir, yoksa kiralık katilliği bırakır. “Haksızlığa karşı duruyorum” derken, savunduğumuz veya saldırdığımız kişiye karşı “haksızlık” yapıyor olamaz mıyız? İşte “cesur” olduklarını iddia edenlerin kendilerine sormak zorunda oldukları asıl soru budur. Kendisini doğru için otokontrol edemeyen insan “cesur” mudur yoksa “haksızlığa tahammül edemeyen insan” mıdır?
Günümüz Türk müziğini müdafaa edecek kahramanlar kimler olacak? Tarihçiler mi, edebiyatçılar mı, müzikologlar mı?
Uluslararası Sanat müziğimiz Türk Müziğinin kapıları herkese açıktır. Tarihçi, edebiyatçı, sanat tarihçi, doktorlar, mühendisler.
Burada kastettiğim müziğimiz adına araştırma yapıp onun sağlam temellerinin farkına vardırma adına söyleyecek söz sahibi olmayı kastediyorum. Herkes kendini hesaba çekmelidir.
Bir müzikologun edebiyat konusunda ahkam kesmemesi gerekir. Bir konuda fikri olabilir, fikrini tartışmaya açabilir ama “Türkçede ilk kadın romancı Fatma Aliye’dir” sonucunu iddia edemez, iddia etmemeli, hatta bu fikirde olan bir edebiyatçıyı fikrini beğenmediği için eleştiremez, bu fikri “saçmalıkla” suçlayamaz. Bu edebiyatçıların problemidir. Müzikolog ileri sürülen fikirlerden birini tercih edebilir, araştırmışsa “şu nokta gözden kaçmış” gibi önerilerde bulunabilir. Bunun gibi bazı müzik yazarlarının köşelerinde “Osmanlıca” için “bela” tanımı yapmaları tamamen saçmalıktır. Müzikologların bu tür aktarımlara dikkat etmesi gerekir. Bırakın bu konuyu edebiyatçılar değerlendirsin, onların hiç birinden “Osmanlıca bela”sı ifadesini hiç duymadım, okumadım, sana ne oluyor, müzik yazarı mısın dil uzmanı mısın! Bu tür alan dışı fikirlerle ortalığı bilgi kirliliğine bulaştırmak bence bilimsel suçtur.
Geçen yazımızda bir edebiyatçının GÜ Konservatuvardaki bir ders hakkında yaptığı eleştirel-hatadan bahsetmiştim, hata biz insanlar için, hoca olgun çıktı, sözlü olarak özür diledi ve hatasını düzelteceğine dair söz verdi. Halil İnalcık hoca yıllardır bildiğimiz “Osmanlı devletinin kuruluşu için kullanılan 1299 yanlıştır, gerçek 1302’dir” dese de buna karar verecek olan tarihçilerdir. Müzikologlar değildir. Her kes alanını iyi bilmeli ve çalışmalarını ona göre yapmalı, sözlerini ona göre kullanmalı ve yazmalıdır. Köşe yazıları ağzınıza gelen her şeyi yazabileceğiniz alan gibi görülmemelidir.
Üzülüyorum. En önemli tarihçilerimizin, tarihçilerin yaşayan babaları, tarihçilerin kutupları, zaman zaman verdikleri röportajlarda konu müziğe gelince `Beethoven, Mozart hayranı olduklarını` ifade ettiklerinde, Türk müziğinden hiç dem vurmadıklarını okudukça üzülüyorum.
Biliyorum ki, pazar günkü Doğan Hızlan’ın sayfasında yayınlanan ünlü spiker Jülide Gülizar`ın sözü gibi (13.09.2015, s. 18), bir tarihçi için en önemli ve en zengin kaynak kendi insanıdır, kendi kültürü, kendi tarihidir. Yanılıyor muyum? Aslında bu noktadan baktığımızda bunu her tarihçi bilir. O halde bu ne anlama geliyor, bu durumu nasıl anlamalıyız. Kanımca, Batı kültüründen başka bir şeyi gözü görmeyen Tanzimat aydınlarının etkisi halâ büyük tarihçilerimizin tercihlerinde yaşıyor. Bu bir zevk meselesi deyip geçemeyiz. Bizi, kültürümüzü bütünüyle anlayacak, anlatacak tarihçilerin yetişmesini umuyorum. Bunda biraz da müzik tarihimizin ihmal edilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Kültür tarihçilerinin “kıyaslamalı müzikoloji”yi değil ama “karşılaştırmalı müzikoloji”yi bilmemeleri de normal. Çünkü onlar tarihçi, müzikolog değiller.
Türkiye’de en kısa zamanda bir müzik tarihi araştırma merkezi mi kurulur, mevcut üniversitelerden veya araştırma merkezlerinden biri bu konuyu mu üstlenir, bilemem ama, kesinlikle müzik tarihimizi aydınlatacak bir girişim olmalı, medeniyetlerin temellerini ciddi ciddi tartışan (TASAM gibi) ama müziği ihmal eden kurumlar gibi burun kıvrılmamalı. Çünkü bu çok ciddi bir iş, eğlence değil. Ankara`da, İstanbul’da, Türk müziği konservatuvarları açmakla iş bitmiyor, bu öğrencilerin okuyacakları, 1950`lerin müzik tarihi bilgilerini bulacakları bir müzik tarihi değil, konservatuvarların kurulduğu 1976`dan günümüze kadar yeni bulgulardan çıkarılmış bilgileri bulacakları, okuduklarında kendilerinin yaşadıkları zamanla bütünleşmiş ve güncellenmiş bilgiler bulacakları müzik tarihine ihtiyaçları var. Bu yük bir iki bilim adamının ferdi çabalarıyla ve maddi imkanlarına terkedilmeyecek kadar önemlidir. Kültüre hizmetten dem vuranlar bu ciddi bir iştir. Fuat Kale’nin “TRT Edebiyat Uyarlamaları” gibi, TRT Türk Müziği Uyarlamalarına ciddi bilgi birikimi gerekiyor. Fatih döneminde müziği yazdım, o günden sonra onlarca Fatih konulu diziler, sinemalar, programlar yapıldı ama kimse kimse Fatih dönemi müziği ile ilgilenmedi. Danışmanlık yapan kültür tarihçileri, senaristler, metin yazarları bu kitabı görmediler herhalde. Bununla birlikte, Selçuklu Topraklarında Müzik zamanın Cumhurbaskanı`nın ilgisini çekti.
Anlaşılan bu işi tarihçilerden, edebiyatçılardan beklememeliyiz. Doğrusu da budur, her kes kendi alanını iyi bilmeli, ama iş birliği yapmak, birbirimizin alanlarından yararlanmak gereklidir.
Müzikoloji için ne yapmalıdır? Gerçeği görebilmek, doğruyu bulabilmek için öncelikle bilgi sahibi olmak, aristo mantığının ardından bir olgunun gerçekliğini sorgulayacak “efradını cami, ağyarını mani” düşünebilme ve değerlendirebilme, analiz etme yöntemlerini iyi ve doğru kullanmak gerekmektedir. Çıkan sonuç için diğer bakış açılarıyla oluşan eleştirileri dikkatle dinlemek, doğrumuzu gözden geçirerek sağlamasını yapmak, gerekirse düzeltme yapmak akademik erdemliliktir. Çağdaş Müzikolojide hiç bir doğru “vatan”ı kaosa sürüklemez.
Basit bir örnek mademki “müzikoloji”, müzik bilimidir; o halde müziğin başka bir bilimi olmaması gerekir, başka bir adla anılan ise “müzik bilimi” olmamalıdır. Kim “müziği” bilimsel metotlarla araştırıyorsa ona “müzikolog” deniyor olmalıdır. Bu araştırma metodu “saha araştırması” olsa da.
Bunun örneklerini çoğaltmak mümkün. Sonuç:
Demek ki müzikolojinin temelinde “yanlışların karşısında durma cesareti” yatmaktadır.
Recep USLU